23 Ağustos 2010 Pazartesi

ÇEK CUMHURİYETİ, HAZİRAN 2010


Kısa ve hızlı bir geziydi, bütün iş gezileri gibi ben de kısaca ve hızlıca anlatacağım.
2003 yılında yaptığım ilk yurtdışı gezimde tanımıştım Prag’ ı ve çok da sevmiştim. Benim için hala yurtdışında gördüğüm en güzel şehir, deniz kıyısı olmamasına rağmen. 2003' deki gezimde de Utku yoktu, şimdi de yok- umarım ki bir dahaki Prag seyahatim Utku ile birlikte olur.
Çarşamba sabahı –aslında Salı gecesi demek daha uygun- saat 2 de evden çıkarak başlayan seyahatim Cuma gecesi- aslında Cumartesi sabahı demek daha uygun- saat 3’ de Antalya’ daki otelime varmamla bitti. Bol rötarlı uçak yolculuklarını saymazsak hızlı ama güzel birkaç gündü.
İlk gün benim için yarı uyur yarı uyanık geçti ama yine de güneşli bir Prag gününü kaçırmadım. Otele varıp da biraz dinlendikten sonra kendimi dışarı attım. Otelimiz Yeni Şehir denen bölgede adını bilmediğim daha doğrusu ezberleyemediğim ancak Prag’ ın Şanzelize’ si denen caddeye çok yakındı. Utku ile her zaman bilmem nerenin Paris’ i, ya da bilmem nerenin Şanzelize’ si tanımlarıyla dalga geçer güleriz ama bazen işe yarayabiliyor. Bu gezide bana eşlik eden meslaktaşımla birlikte caddeye çıktıktan sonra ne haritaya baktık ne de birilerine birşey sorduk ve muhteşem Prag sokaklarında kaybolmayı tercih ettik. İkimiz de daha önce Prag’ da bulunduğumuzdan turistik heyecenlar peşinde değildik, daha önce görüp de bu çok sevdiğimiz şehrin keyfini çıkartmak istiyorduk. Otelden caddeye çıkıp da şu tarafa yürüyelim diye yola koyulduktan kısa bir süre sonra sokakta yapılan bir atletizm yarışmasına denk geldik. Biraz izlediğimizde uluslararası ciddi bir organizasyon olduğunu gördük. Cadde üzerinde sırıkla yüksek atlama yarışması bir hayli ilginç geldi bize çünkü pek de aşina olmadığımız bir spordu açıkçası ve sokağa kadar inmişti.
Burada biraz vakit geçirdikten sonra hem vitrinlere bakarak hem Prag’ ın muhteşem binaları ile ilgilenerek hem de fotoğraf çekerek haritasız yürüyüşümüze devam ettik. Ayaklarımız bizi ister istemez Eski Şehir Meydanı’ na kadar götürdü. Tyn Kilisesi yüzyıllardır olduğu gibi tüm güzelliği ve etkileyiciliği ile meydana bakmaya devam ediyordu. Dünya Kupası nedeni ile kurulan bol reklamlı devasa standlar manzarayı ciddi biçimde bozuyor, insanın keyfini kaçırıyor ve o markadan nefret etmemize yol açıyordu ama yine de kurulan dev ekrandaki maçı izlemek için meydanda yerlere serilen insanların keyfi neşemizi geri getiriyordu. Toplantımızın akşamki programına yetişebilmemiz için zamanımız daraldığından Karel Köprüsü’ nü ertesi güne bırakarak ve yine zamanımız daraldığı için harita kullanarak otelimize geri döndük. Akşam yemeği için ise Kogo isimli bir İtalyan restaurantında organizasyon yapılmıştı. Kafamda makarna, pizza, risotto varken harika bir balık menüsü ile karşılaşmak güzel bir sürpriz oldu. O güne kadar balığın İtalyan mutfağındaki yerini pek düşünmemişim anlaşılan. www.kogo.cz

Ertesi gün akşama kadar vaktimizi otelde toplantıda geçirdik. Ancak toplantı salonunun tavanı tamamen camdı ve günışığı yatay olarak konuşlanmış perde ile kontrol edilebiliyordu. Böylelikle ne güneşten kavruluyordunuz ne de günışığından mahrum kalıp bunalıma giriyordunuz. Hayatımda gördüğüm en motive edici toplantı salonuydu. Uzun toplantı saatleri boyunca yaşam ile tek bağınız şişe su ve küçük renkli şekerler değildi, üzerinizde gökyüzü vardı. http://www.radissonblu.com/hotel-prague/meetings

Bugünün akşam yemeği için ise Kale bölgesinde bir Çek restaurantında organizasyon yapılmıştı. Geleneksel kıyafetler ile geleneksel müzik yapan genç bir grup vardı. http://vikarka.cz/en/

Keyifli bir müzik ve keyifli bir akşam yemeği sonrası yerel rehberimiz eşliğinde Aziz Vitus Katedrali’ ni gezmeye gittik. Saat 10’ u geçmiş ve hava kararmıştı. Günışığında bile ihtişamlı olan katedral gece ayrı bir gizeme bürünüyordu ama fotoğraf çekmek zorlaşıyordu. Neyse ki 7 yıl önce geldiğimde bol bol fotoğraf çekme imkanımız olmuştu, o zamanlar dijital kameramız olmamasına rağmen. Katedralin her köşesi ayrı bir hikaye barındırıyordu ve her köşesinde farklı kompozisyonlar vardı. Dini hikayeler pek ilgimi çekmediğinden rehberi dinlemedim ama heykelleri şaşkınlıkla epey bir inceledim. Restaurantımıza dönüp kahvelerimizi içtikten sonra ise bizi oraya getiren otobüsümüze binmeyip otelimize yürüyerek dönmeyi tercih ettik. Nasıl olsa yokuş aşağıydı ve biliyordum ki harika şehir manzaraları vardı. Gece fotoğraf çekmemizi engellese de- gece olmasa da benim makinam o güzel manzaralar karşısında yetersiz kalırdı- keyifli bir yürüyüş yaptık.
Ertesi gün ise toplantımızın bitimi ile havaalanına gitmek için ayrılmamız gereken zaman arasında çok kısa bir vaktimiz vardı ve onu da Prag sokaklarında yürüyüş yaparak değerlendirdik. Ancak bu sefer Karel Köprüsü' ne gitme şansım olmadı, artık oraya da Utku ile giderim.

Meraklısı için hava durumu (23-25 Haziran): Uzun kollu penye, gündüzleri bazen hırka akşamları ise bazen hırkanın üstüne mont. Güneş gözlüğü keyfe keder, şemsiye gerekli olabilir, şapka vb. hiç gerek yok.

27 Temmuz 2010 Salı

ANTALYA, EYLÜL 2009

Geçen sene bayramdan sonra tatilimizi uzatıp Akdeniz kıyılarını gezmeye başladığımızda bunu o kadar akıllıca ve zevkli bulmuştuk her sene tekrarlayarak bir klasik haline getirmeye karar verivermiştik. Tekrarlamaktan kastımız elbette sürekli aynı yerlere gitmek değil Konya-Ilgın ile başlayan rotamızı Akdeniz kıyılarına uzatmaktı. Başlangıçta rotamızı Mersin yönüne doğru uzatmak gibi bir düşüncemiz vardı ama vakit ve nakit olarak darda olduğumuzu fark edince daha kısa bir rota seçip Antalya- Adrasan’ da karar kıldık.

Bayramın 1. gününü İzmir’ de, 2. gününü Konya’ da, 3. gününü de Antalya’ da akraba ziyaretleriyle geçirdikten sonra ver elini tatil!

Tatilimizin ilk günü (Çarşamba) öğlene doğru Antalya’ dan çıktık. Kısa bir yolculuktan sonra Kemer yakınlarındaki Phaselis antik kentine ulaştık.
Geçen yıl da buralardan geçmiştik ama Antalya-Finike arasında hiç bir yere uğramayarak buraları başka bir tatil konusu yapmaya kara vermiştik. İşte o tatil!
Bir Likya şehri olan Phaselis, 3 ayrı koy dolayısıyla 3 ayrı limandan oluşuyor ve günümüze kalan en önemli yapılardan biri de elbette tiyatro. Şehir deniz ile son derece içiçe hatta yakın çevredeki tekne turlarının önemli bir uğrak yeri. Ayrıca birçok kişi günübirlik olarak da buraya yüzmeye geliyor. Biz yüzmek için vakit ayırmadık ama deniz kıyısında hem kayalıklarda hem de ormanın içinde epeyce vakit geçirdik.

Bu tatilimizi temel olarak Adrasan, Olimpos ve Çıralı koylarını gezerek geçirmeye karar vermiştik. Olimpos için artık yaşlandığımızı şakayla karışık düşünerek Adrasan’ da konaklamaya karar verip, evden çıkmadan önce de oradaki otel ve pansiyonlar için araştırma yapmıştık. Olimpos ile Adrasan’ ın komşu koylar olduğunu biliyordum da Çıralı’ nın tam olarak nerde olduğunu bir türlü kestiremiyordum. Phaselis’ den ayrıldıktan sonra gördüğümüz ilk Çıralı-Olimpos tabelasından döndük. Elimizde Atlas Dergisi’ nin verdiği “Türkiye Tatil Atlası” vardı. Orada anlatılana daha doğrusu bizim okuduğumuzdan anladığımıza göre bu yol ikiye ayrılacak biri Olimpos (Çıralı) yönüne gidecek diğeri ise bizi Adrasan’ a ulaştıracaktı. Ancak 12 km kadar gittikten sonra yolumuz Çıralı’ da son buldu. Hani nerde Olimpos hani nerde Adrasan yolu diye şaşkın şaşkın bakınarak Çıralı’ da araba ile dolandık. Birkaç kişiye yol sorduktan sonra anayola geri çıkıp az ilerideki sapaktan dönmemiz gerektiğini anladık. Ayrıca anladık ki Çıralı ile Olimpos aynı koy olmasına rağmen arada araç yolu bulunmuyor. Sahil boyunca yürürseniz 10 dakikada Çıralı’ dan Olimpos’ a ulaşabilirsiniz. Ama araba ile gitmek isterseniz anayola çıkıp yaklaşık 20 km kadar bir yol yapmanız gerekiyor. Bunun sebebi hem coğrafi koşullar hem de Olimpos kıyısının antik kent olduğu için araç trafiğine kapalı olması. Böylelikle ilk gördüğümüz tabeladan girdiğimizde araç ile sadece Çıralı’ ya ulaşabileceğimizi, Olimpos için yürümemiz gerektiğini; ikinci tabeladan girdiğimizde ise bir süre gittikten sonra Olimpos sapağı ile karşılaşıp Olimpos’ a araç ile ulaşabileceğimizi, Olimpos’a dönmeyip devam edersek de Adrasan’ a ulaşabileceğimizi öğrenmiş olduk. Sonunda Adrasan’ a ulaştığımızda yorulmuş ve acıkmıştık. Son enerjimizi de daha önceden internetten araştırdığımız oteller arasında seçim yapmak için harcadık. Bazı beğendiğimiz otellerde yer yoktu, bazıları da internette gözüktüğü gibi değildi. Sonuçta Cici Baba Bungalows’ da kalmaya karar verdik. 2 kişi, OK 80 TL’ ye anlaştık. http://www.cicibaba.com/en.html

Ertesi gün ise yoğun bir programımız vardı. Sabah biraz geç uyanınca moralim bozulduysa da programda değişiklik yapmadık. Kahvaltımızı eder etmez 2 büyük şişe su ve birkaç paket bisküvi alıp arabaya atladık ve Karaöz’ e doğru yola çıktık. Amacımız hem Gelidonya Feneri’ ni görmek hem de bu bahaneyle doğa yürüyüşü yapmaktı. Gelidonya Feneri, Teke Yarımadası’ nın en uç noktasında bulunuyor ve Likya Yolu rotasının ilgi çekici ayaklarından bir tanesi. Aslında Adrasan’ dan direkt yürüyerek ulaşmak mümkün ama bizim yeterli zamanımız ve de enerjimiz olmadığından araba ile gitmeyi tercih ettik. Böylelikle 15 km kadar az yürümüş olduk. Karaöz, küçük ve şirin bir yazlık kasabası. Adrasan yönünden gelirken virajlı orman yollarından ilerliyorsunuz ve birden karşınıza çıkıveriyor. Karayollarının veya mahalli idarelerin yapması gereken tabelalamalar son derece zayıf ve yetersiz kaldığından aslında nerede olduğunuzu bile pek anlayamıyorsunuz. Neyse ki Likya Yolu tabelaları size yönlendiriyor.

Biz Karaöz’ ü geçtikten sonra Gelidonya Feneri tabelalarını takip ederek stabilize bir yola girdik. Birkaç km bu yolda gittikten sonar yeter artık arabayla gitiiğimiz biraz da yürüyelim diyerek arabamızı uygun bir yere park ettik. Saat 12’ ye doğru geliyordu, güneş tepedeydi ama denizden gelen esinti o kadar tatlıydı ki çok da zorlanmadan ama bol bol su molası vererek yürümeye başladık. Bir süre sonra Gelidonya Feneri tabelası bizi ana yoldan ayırarak ormanın içine doğru giden bir patikaya soktu. Bu güzel patikada 40-45 dakikalık bir yürüyüş yaparak fenere ulaştık. Burada bol bol fotoğraf çekip bisküvi molası verdikten sonra dönüş yoluna koyulduk. Gelirken yolun sadece son 5 dakikası zorlamıştı beni yokuştan ötürü, dönüşte daha yorgun olmamaıza rağmen onu da hissetmedik. Arabamıza geri döndüğümüzde 2 saatten fazla zaman geçmişti ve toplam 8 km yürümüştük. Dönüşte artık acıkmıştık ama gelirken tabelasına rastladığımız Korsan Koyu’ nu ziyaret etmemezlik yapmadık. Tabeladan döntükten çok kısa bir süre sonra koya ulaşıyorsunuz ve kendinizi cennette gibi hissediyorsunuz. Biz gittiğimizde birkaç grup vardı denize giren ve piknik yapan ama yine de büyük bir sessizlik vardı ortamda. Su o kadar sakin gözüküyordu ki insanın içinden kendini bırakıvermek geliyordu. Ama midemizin sesi daha yüksek çıktı ve bir an evvel yemek yiyecek bir yer bulmak üzere ayrıldık. Ancak kıyı şeridini takip ederek kilometrelerce yol gitmemize rağmen herhangi bir yemek yeme imkanı bulamadık. Ama Antalya’ ya defalarca gelmiş buraları bildiğini sanan insanlar olarak son derece şaşkındık. Niyetimiz Mavikent üzerinden Beykonak’ a geçmek oradan da tekrar Kumluca yoluna çıkıp Adrasan’ a anayoldan gitmekti, buraları da görmüş oluruz demiştik ve hiç beklemediğimiz muhteşem manzaralarla karşılaştık. Harika koylar, upuzun geniş kumsallar, Antalya için şaşırtıcı değildi ama buralarda bırakın otel veya turist görmeyi herhangi bir insan görememek çok şaşırtıcıydı. Antalya’ nın her noktası bu kadar turistik hale gelmişken buralar nasıl böyle kalmıştı bilmiyoruz ama birdenbire kendimizi bambaşka bir dünyada hissettik. Mavikent’ in enterasan tahta evlerini, ki Amerikan filmlerinden fırlamış gibiydiler, geçtikten az sonra başlayan kumsal, hava son derece güzel olmasına rağmen sanki kışın ortasındaymışız gibi bomboştu, sadece balık tutmaya çalışan yaşlı bir amca vardı. Arabadan inerek şaşkın şaşkın bu kumsalın keyfini çıkarmaya çalıştık. Ayakkabılarımızı çıkartıp yürüyüş yaptık, biraz da fotoğraf çektik. Hala aç olduğumuzdan orada da çok vakit harcamadan tekrar yola koyulduk. Yemeğe ise ancak Olimpos’ a geldiğimizde kavuşabildik. Karnımızı doyurup kendimizi sahile attık, yüzmesek de sahilde biraz uzanıp soluklandık. Çok yorucu bir gün geçirmiştik ama yine de Olimpos antik kentini gezmemezlik etmedik. Hava kararana kadar orman, deniz ve tarihin içiçe geçtiği bu güzel mekanın tadını çıkardık.


Cuma günü artık tatilimizin son günüydü ve tatil yaptık diyebilmek adına denize girmeye karar verdik, zaten birgün öncesinde çok yorulmuştuk. Pansiyonumuzun plajında biraz deniz keyfi yaptıktan sonra öğle yemeği için benim daha önce okuduğum, çok merak ettiğim, gitmesek aklımda kalacak olan pideciye gittik. Adını şu an hatırlamadığım ancak gittiğinizde rahatlıkla bulabileceğiniz pidecide karidesli pidelerimizi yiyip yanında da biralarımızı içtik. Üstelik garsonumuz şalvarlı ve yemenili, akıcı İngilizce konuşan bir teyzeydi. Karides, pide, bira, şalvar, İngilizce kelimeleri yan yana gelince garip duruyor ama harika bir mekan harika bir yemekti, Adrasan için vazgeçilmez bir yer bence, her giden mutlaka uğramalı.


Akşam yemeği için tercihimiz ise Çıralı’ da deniz kıyısında bir restaurant oldu. Birbirine benzeyen birkaç restaurant sıralanmıştı kıyı şerinde gözümüze kestirdiğimiz bir tanesine oturduk. Önceki iki akşamımızı Adrasan’ da dere üzerine kurulu restaurantlarda geçirmiştik ve aslında çok da memnun kalmıştık. Mekanlar çok değişik ve güzel, yemekler de lezzetliydi. Fiyatlar çok cazip olmasa da makuldu.

Son gün ise değişiklik yapalım dedik ve Yanartaş’ ın alevlerini görebilmek için akşam saatlerinde hava kararmaya yakın gittiğimiz Çıralı’ da karar kıldık. Pişman da olmadık, yemek konusunda sıkıntı yaşamadık bu tatilimizde de.

Cumartesi günü ise tekrar yollara düşme günüydü. Sabahleyin Adrasan koyunu tamamen gören bir tepeye çıkıp son fotoğraflarımızı çektik ve el sallayıp yola koyulduk.
Rotamız Finike ve Elmalı üzerinden İzmir’ e dönüş şeklindeydi. Finike’ ye ulaştığımızda rehberden okuduğum ve haritada yolumuz üzerinde olan Lymra antik kentini aramaya başladık. Rehberde önemli bir kent olduğu yazdığı için azimle aradık ama sonuç olarak sadece küçük bir tiyatro bulabildik. Ya geriye pek birşey kalmamıştı ya da henüz günışığına çıkartılmamışlardı. Bu konuda da bilgi edinemedik tabii ki, ama yaşadığımız hüsranı Elmalı yolu üzerinde Arykanda’ ya ulaştığımızda fazlasıyla telafi ettik. Zaten Finike Elmalı yolu rampalı ve dar bir yol olmasına karşın sunduğu muhteşem dağ orman manzaralarıyla insanı rahatlatan bir özelliğe sahip, Arykanda ise tam bir sürpriz. Bu tatili planlayana kadar adını bile duymadığımız, e madem yolumuzun üzerinde bir bakalım geçerken dediğimiz, yaşadığımız Lymra tecrübesinden sonra aramaktan vazgeçtiğimiz ama gerçekten yol üstünde olduğu için giriverdiğimiz gezdikçe de hayran kaldığımız bir kent. Dağ yamacına kurulmuş hem sırtını yasladığı dağlarla hem de uçurum ile ayrılarak karşısına aldığı dağlarla muhteşem manzaralar sunuyor, bununla birlikte görülmeye değer yapılar da içeriyor. Yolunuz o taraflara düştüğünde şiddetle tavsiye ederiz, hatta yolunuzu oralara düşürün deriz.
Elmalı’ ya vardığımızda Korkuteli’ ye geri dönmek istemediğimizden haritada gördüğümüz ama daha önce kimseden duymadığımız Fethiye yolunu tercih ettik. Böylelikle hem yolumuzu kısaltacak hem de yeni yerler görecektik, ama bilmediğimiz bir yola girmeden önce karınlarımızı doyurduk, ısrarla arayarak bulduğumuz yanık tatlı keçi dondurmalarımızın keyfini çıkararak yola koyulduk. Artık kıyıdan oldukça uzaktık ve irtifamız da yükselmişti, başlayan yağmur bize sürpriz olmadı. Ancak yolumuz sürprizlerle doluydu, yükseldikçe yükseliyor, medeniyetten uzaklaştıkça uzaklaşıyorduk, sürekli dar virajlı yollarda dönüp durmasak kendimizi uçakta sanabilirdik. Dışarıda yağan yağmurun ve arabada çalan müziğin de etkisiyle kendimizi apayrı bir dünyada buluverdik. Kesinlikle denemeye değer bir yol ama asla kışın değil, bir de karnınız tok, deponuz dolu olsun derim. Uzunca bir süre herhangi bir canlı görmeden yolumuza devam ettikten sonra kasabalar görmeye başladık sonra yağmur şiddetlendi ve hiç birşey göremez olduk. Denizli civarında anayola çıktığımızda kendimizi eve gelmiş gibi hissettik. Zaten birkaç saat sonra da evdeydik.



Meraklısına hava durumu (23-26 Eylül): Gündüz saatlerinde şapka ve gözlük elzem ama her saat dolaşabiliyorsunuz bol su içmek şartıyla, akşam geç saatlerde hafif bir şal ya da hırka gerekli olabiliyor. Gece uyurken birkaç yağmur geçişi olmuş, biz duymadık ama örtünme ihtiyacı hissettik. Pansiyonda bazı turistlerin yorgan ve battaniye sorduklarına şahit olduk, garipsedik. İlk gün akşama doğru varmıştık pansiyonumuza ama İzmir’ de denize girmeye alışık olduğumuz saatlerdi. Kendimizi hemen sahile attık ama denize giremedik ve üşüdük, sonra farkettik ki güneş Adrasan’ dan erken çekiliyor, çevredeki dağlar yüzünden. Dönüş yolu ise mevzii sağanak yağışlıydı, İzmir’ de sıcak yuvamıza kavuştuğumuzda güzel bir yaz akşamıydı.

8 Eylül 2009 Salı

KONYA-ANTALYA-MUĞLA, EKİM 2008

Anılarımız ziyan olmasın diye eski gezilerimizden de burada bahsetmeye karar verdik. İlk sırayı da yenisi gerçekleşmesine az zaman kala Ramazan bayramıyla birleştirilmiş Antalya yöresi yaz tatilimize verdik. Bu rota bizim için bir klasik olacak önümüzdeki birkaç yıl. Öncellikle Ilgın’ da köye bir bayram ziyareti, oradan Antalya’ daki akrabalarımıza bayram ziyareti ve ver elini tatil.

Lafı çok uzatmak istemiyorum ama Akdeniz ve Ege sahillerimizin her bir noktası gezilmeye, görülmeye, yaşanmaya değer olduğundan her bayramdan sonra, tatilin ve mevsimin avantajlarını kullanarak bir gezi tatili yapmaya karar verdik. İlk yılki rotamız ise şöyle oldu: Ilgın-Belekler (4), Beyşehir, Seydişehir, Side, Aspendos, Antalya (2), Kemer, Demre, Kaş (3), Kalkan, Kekova, Patara, Dalyan (2), Köyceğiz, evimiz.
Sabah erken saatte köyden yola çıktık ve yaklaşık 2 saatlik bir yolculuktan sonra Beyşehir’ e ulaştık. Bayram tatili olmasından ötürü hafta içi olmasına rağmen ortalık oldukça sakindi. Beyşehir ilçe merkezinde arabamızı park edip göl kıyısındaki parkta biraz dolaştık. Karşı kıyımızda gölgesi göle akseden heybetli bir dağ, sağ tarafımızda ise yine gölgesi göle akseden Eşrefoğlu Camii vardı ve her ikisi de harika manzaralar oluşturuyorlardı. Kısa bir fotoğraf molasından sonra Antalya’ ya doğru yolumuza devam ettik. Seydişehir’ den geçerken ortaokul ve lise coğrafya derslerinden beynimize kazınan Alüminyum Fabrikası’ nın fotoğrafını çekmemezlik yapmadım. Seydişehir’ i 20 km kadar geçtikten sonra Tınaztepe Mağarası diye bir tabelayla karşılaştık. Tatile yeni başlamış olmanın verdiği heyecanla aaa hemen gezelim gibi bir duyguya kapıldıysak da tabelaların doğal bir alandan çok yanındaki restaurantı vurguluyor olmasından ötürü tam vazgeçecektik ki mağaranın yolun tam kıyısında olduğunu fark edip direksiyonu kırıverdik. Tüm yönlendirici tabelaların fazla ticari gözükmesinden ötürü içeriye girmekte hala kararsızdık. Kapıya kadar gidip tanıtıcı tabelayı okuyup bilet ücretini (tam hatırlayamıyorum ama 2-3 TL civarıydı) de öğrenince gezmeye karar verdik. Tanıtıcı tabelada mağarayı keşfeden grup içerisinde Reinhold Messner’ in de bulunduğu yazıyordu ki kendisinin kocaman bir posteri evimizin duvarını süsleyen nadir şeylerden biridir. Okuduklarımızın da etkisiyle büyük bir merakla içeri girdik. Mağara 22 km uzunluğundaymış, ancak bunun 1,5 km kadarı ziyarete açık. Astım hastalarına tavsiye edilen mağara içerisinde 1,5 kilometrelik yürüyüşü tamamladığınızda büyük bir sürpriz ile karşılaşıyorsunuz. Sürprizi burada bozmayarak gidip gezmenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Mağara gezimizin hemen ardından köyden yanımıza verdikleri börek çörekleri atıştırıp Antalya’ ya yola koyulduk. Konya-Antalya arasındaki yol biraz rampalı ama güzel dağ ve orman manzaraları sunuyor. Ancak kış koşullarında pek tercih etmeyeceğimiz bir yol. Henüz ekim başı olmasına rağmen oldukça serindi ve hava kararıp kararıp yağmura dönüyordu. Bu yol Manavgat’ a ulaşıp kıyı yoluna birleştiğinde artık güneşe de kavuşmuştuk. Utku da ben de daha önce Manavgat şelalelerini gezdiğimizden burayı es geçip Side’ ye yöneldik. İlk adresimiz antik tiyatro oldu. Buradaki tiyatronun özelliği sırtını herhangi bir yamaca dayamıyor olmasıymış. Oradan deniz kenarına doğru yürüyüp Apollon Tapınağı’ na ulaştık.
Bu arada Side bir tatil merkezi olarak her ikimizin de hiç hoşuna gitmedi. Her şey rahatsız edici bir kalitesizlikteydi. Gözlemlediğimiz kadarıyla genelde kalabalık Rus kafileleri tercih ediyor buraları. Esnaf da tamamıyla onlara yönelmiş durumda. Sonuç olarak tatil için asla tercih etmeyeceğimiz bir belde.

Buradan Aspendos’ a geçtik. Gerçi Aspendos sapağını tüm dikkatimize rağmen kaçırıp biraz dönüp dolaşmamız gerekti. Aspendos gibi çok ziyaretçi çeken bir yerin yönlendirici tabelaları daha ayrıntılı ve belirgin olmalı. Antik tiyatronun hemen girişinde uçsuz bucaksız bir otopark vardı. Aspendos’ daki kalabalık konserler için dizayn edilmiş olmalı. Biz oraya gittiğimizde çok az araç olmasına rağmen otoparkçı bize arabamızı zorla en uzak köşeye park ettirdi. Ayrıca astronomik bir otopark ücreti ödedik. Özel araç dışında ulaşımın imkansız olduğu, yer probleminin özel bir organizasyon olmadığı sürece asla yaşanmayacağı ki o zamanlarda da yaşanacağını pek sanmam bir yerde böyle bir uygulamanın elbette tek bir açıklaması var: Fırsatçılık.

Ulaşım ile ilgili sinir bozukluğumuzu bir kenara atıp, tiyatroyu gezdik ve bol bol fotoğraf çektik. Buranın özelliği de en iyi korunmuş (Anadolu’ da) tiyatro olmasıydı. Tribünlerde Roma kostümlü görevliler ziyaretçilere skeçler yapıp birlikte fotoğraf çektiriyorlardı.

Akşam saatlerinde Antalya’ ya varıp, 2 gün boyunca teyzemler ve dedemlerle birlikte aile saadeti yaşadık.

Artık bayram tatilinin son günüydü ve herkes evine dönüyordu veya çoktan dönmüştü. Ama bizim için gerçek tatilimizin ilk günüydü. Sabah teyzemlerde kahvaltımızı ettikten sonra Kaş’ a doğru yola çıktık. Antalya merkezden batıya doğru bir yanımızda dağ diğer yanımızda uçurum ve deniz çok hoş bir manzara eşliğinde keyifli bir yolculuğa başladık. Kemer şehir merkezinde sadece saat kulesinin fotoğrafını çekecek kadar vakit geçirdik. Kemer, muhteşem otelleriyle bazıları için çok cazip bir tatil merkezi olsa da bizim için pek değil. Kemer’ den, Kumluca’ ya geçerken Olimpos ve Adrasan koylarına hiç uğramadık, çünkü oraları başka bir tatilde ayrıntılı olarak gezmeyi planlamıştık. Manzara, planlarımızı bir kez daha bizim için onayladı. Kumluca’ da muhteşem sebze heykelleriyle ilgilenirken Finike sapağını kaçırdığımızdan tarlaların ve seraların arasından hayretler içerisinde ilerledik. Bir yandan Finike yolu burası olamaz diyorduk ama bir yandan da bizi başka bir yola yönlendirecek tabelaya rastlamadığımızdan emindik. Eve döndükten çok sonra fotoğraflara bakarken kaçırdığımız Finike tabelasını gördüm.
Neyse bir şekilde Finike’ ye ulaştık ve orada kısa bir fotoğraf molası verdik. Oradan yine kıyı şeridini takip ederek Demre’ ye ulaştık. Daha önce gazetede Demre’ deki yengeç lokantalarının methini okumuştum. Çok önceden öğle yemeğini Demre’ de yengeç yer bira içeriz diye planlamıştık. Şehir merkezine 5-10 km kala yol kenarında deniz kıyısında 3-5 tane restaurant gördük. Ama henüz Demre’ ye çok var, şehirdekilerde yeriz diye düşündük. Aslında gördüğümüz lokantalar gayet hoş gözüküyordu ve hepsi de yengeç ile ilgili tabelalar asmıştı ama bizim yol üstünde durasımız yoktu herhalde. Ancak hata etmişiz çünkü daha sonra herhangi bir yengeç lokantasına rastlayamadık. Ama içimizde kaldı diyebilirim, yolumuz tekrar oralara düşerse mutlaka mavi yengeç yiyeceğiz. Zaten Demre şehir merkezi düşündüğümün aksine deniz kenarında değilmiş. Bunun da etkisiyle olsa gerek son derece St. Nicholas Kilisesi ve Myra antik kenti gibi popüler turistik yerleri barındırmasına rağmen hiç gelişememiş. Anladığım kadarıyla turistler çevre merkezlerden otobüsle gelip kilise ve antik kenti gezerek hemen dönüyorlar. Herhangi bir konaklama, yeme-içme ya da ufak tefek şeyler dışında alışveriş yok. Biz de öncelikle Noel Baba olarak tanıdığımız St. Nicholas Kilisesi’ ne gittik. Hıristiyanlar için özellikle de Rus Ortodokslar için önemli bir ziyaret mekanı. Oldukça kalabalıktı ve yabancı turistlerin birçoğu mum yakıyor, dua ediyordu. Yerlere yatıp taşları öpenler de vardı. İbadet eden insanları rahatsız etmemeye çalışarak bolca fotoğraf çektik. Daha sonraki durağımız ise Noel Baba’ nın yaşadığı yer olan Myra antik kentiydi.
Buradan ayrıldıktan sonra aslında hedefimiz direkt Kaş’ dı. Ama yolda Üçağız tabelasını görüp de çok uzak olmadığına kanaat getirince gidip bir bakalım dedik. Aslında Üçağız’ a Kaş’ dan tekne turuyla gelmek niyetindeydik ama bir de karadan keşfedelim dedik. Genelde Kekova ismiyle bilinen Üçağız oldukça ufak bir köy. Ancak Kekova adası ile birlikte muhteşem bir koy oluşturuyor. Burada biraz gezindik ancak hava çok rüzgarlıydı. Birer gözleme yedikten sonra deniz yoluyla tekrar gelmek üzere ayrıldık.

Kaş’ a vardığımızda saat 6 civarıydı. Tatil planlarımızı yaparken internetten Kaş’ daki pansiyon ve otelleri incelemiş, telefonla da bilgi alıp birkaçını gözümüze kestirmiştik ancak rezervasyon yaptırmamıştık. Bir de yerinde görür öyle karar veririz, nasıl olsa artık düşük sezona girdik yer problemi yaşamayız diye düşünmüştük.

İlk iş olarak Çukurbağ Yarımadası’ na gidip, daha önceden beğendiğimiz otellere bakmaya başladık. Gerçekten harika oteller vardı, fiyatlar da çok uygundu ama yarımada tatilin yeni bitmiş olmasının verdiği rehavet ile oldukça ıssızdı. Bu durum biraz canımızı sıktı, evet sakin bir tatil yapmak istiyorduk ama inzivaya çekilmek gibi bir niyetimiz de yoktu. Bunun üzerine bir de şehir merkezindeki otellere bakmaya karar verdik. Neyse ki şehir merkezi hala oldukça hareketliydi. Gerçi bilenler artık yaz bittiğinden çok sakin olduğunu söylüyorlardı ama tam bizim istediğimiz kıvamdaydı. Tatilin yeni bitmiş olmasının etkisiyle bütün oteller müşteri avına çıkmışlardı. Böylelikle pazarlık da yapabildik ve oda kahvaltı 2 kişi 80 TL’ ye muhteşem deniz manzaralı bir oda (Nur Beach Otel) tuttuk. http://www.nurbeachhotel.com/

Otelimize yerleştikten hemen sonra akşam yemeği vaktinin de gelmesiyle kendimizi dışarı attık. Bir yandan yemek yiyecek bir yer arayarak bir yandan da çevremizi tanımaya çalışarak dolaştık. Çok fazla da düşünmeden limandaki balık restaurantına oturduk. Buranın adını şu an hatırlayamıyorum ama (Orfoz muydu yoksa) önünde fıskiyeli havuz haline getirilmiş kayık, onun arkasında balık tezgahı, mangal ve başında kocaman şapkalı, güleryüzlü, şakacı bir aşcı
vardı. Ama ne yazık ki balığı çok kötü pişirdiler. Daha önce lahos yememiş olsam aman ne kötü balık derdim ama, tek sorun çok kötü pişirilmesiydi. Böylelikle ilk günkü yemek maceramız pek hoş sona ermedi.
Buradan çıkınca tekrar Kaş sokaklarında dolandık ve her akşam yapacağımız gibi çarşıda turladık. Daha sonra kaymakamlığın karşısında bir teras barda (ne yazık ki onun da adını hatırlayamıyorum) birer bira içip otelimize döndük. Azıcık da balkonumuzun keyfini çıkardık.

Ertesi sabah otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra ilk hedefimiz Kalkan yolu üzerindeki Kaputaş Plajı oldu. Burası keskin bir viraj sonrasında karşınıza çıkan, yüzlerce basamak merdiven ile inilen doğa harikası bir plaj. Herhangi bir tesis bulunmuyor. Sadece yol kenarında bir jandarma kulübesi ve otopark var. Arabanızı buraya park edip merdivenlerle aşağıya iniyorsunuz. Dolmuşla da gelmek mümkün. Ayrıca bütün tur otobüslerinin de uğrak yeri. Plajda şemsiye veya şezlong yok. Tuvalet veya kafeterya gibi bir şey de yok. Sadece piknik tüpüyle gözleme yapıp satan bir amcayla teyze vardı. Artık Ekim ayı olduğundan ve biz sadece 1-2 saatimizi orada geçirdiğimizden bunlar bizim için hiç problem olmadı. Burada yüzdük, güneşlendik ve bolca fotoğraf çektik. Bir sonraki durağımız Kalkan oldu. Kalkan, çarşı haline gelmiş şirin sokakları ve şık restaurantlarıyla özellikle de rengarenk çiçekleriyle küçük ve nezih bir tatil beldesi. Kasaba doğal bir eğime sahip olduğundan, yokuşlar bizi zorlasa da deniz manzarası konusunda oldukça cömert. Burada çok yaygın olan teras restaurantlardan birinde makarna-bira yapıp Kaş’ a geri döndük.Aslında niyetimiz otelimizin plajından biraz denize girmekti. Ancak rüzgar ve bununla beraber kayalıklara çılgınca çarpan dalgalar yüzünden sadece şezlonglara yayılıp kitap okumakla yetinmek durumunda kaldık. Plajın en güzel köşesine kurulmak için kapalı olan şemsiyelerden birini açıp bir güzel yerleştik. Ancak kısa bir süre sonra devasa şemsiye rüzgarın etkisiyle havalandı ve beni sıyırarak yanıma düştü. Kafama düşmüş olsaydı şu an bu satırları yazabilir miydim bilmiyorum. Bu arada hemen yanımıza koşan otel görevlilerinin de uyarısıyla daha kuytu bir yere çekildik. Onlar da tekrar şemsiyeleri kapatıp sıkı sıkı bağladılar.
Bu sefer akşam yemeği için sulu yemekler yapan bir lokantayı tercih ettik. Sonra da tekrar çarşıyı gezmeye gittik. Bu sefer kendimize bir tekne turu arıyorduk. Kaş’ ın içerisinde yakın çevreye karadan, havadan (yamaç paraşütü vs.) ve sudan turlar düzenleyen birçok şirket var. Biz Kekova’ ya tekne turu yapmayı planlıyorduk. Ben bir de deneme dalışı yapmak istiyordum. Kaş, scuba açısından oldukça tercih edilen bir yer ve birçok dalış okulu bulunuyor. Ayrıca turistler ya da profesyonel olmayanlar için deneme dalışı yapmak da mümkün. Bu yaklaşık yarım saat süren ve yüzme dahi bilmenizi gerektirmeyen bir dalışmış. Ancak konuştuğumuz rehberlerden biri, bana tavsiye etmeyeceğini, deneme dalışlarında sualtında pek bir şey görme fırsatı olmadığını, sadece sualtında durup duramayacağını anlamak için olduğunu, devamını getirmedikten sonra bir anlam ifade edemeyeceğini söyledi. Diğer konulardaki görüş ve tavsiyeleriyle bize güven verdiği için ben deneme dalışından vazgeçtim. Bu arada programları incelerken tekne turundan da vazgeçmiştik. Çünkü aynı geziyi deniz kayaklarıyla da yapabiliyorduk ve bizim için çok daha cazip bir aktiviteydi. Böylelikle Begonvil Turizm ile anlaştık. http://www.bougainville-turkey.com/ana/abus.asp
Sabah ofislerinin önünde buluştuk. Tura katılanların tümü yabancıydı. Grupta yaklaşık 10 kişiydik. Önce minibüs ile karayolundan Üçağız’a gittik. Burada kayak ile ilgili kısa bir eğitim aldıktan sonra, denize açıldık. Kayaklar tek kişilik veya çift kişilik olabiliyor. Biz çift kişilik olanı seçtik elbette, çünkü denizde ilerleyebilmek için sürekli kürek çekmek gerekiyor ve rehberimizin sürekli yaptığı “do not paddle like a queen” uyarısı hiç de bana göre değil. Tüm gezimiz esnasında kişisel eşyalarımızı da taşıyan ufak bir motorlu tekne bize eskortluk etti. Öncelikle küçük bir koyda yüzme molası verdik. Daha sonra Simena' ya ulaştık. Burası Türkiye tanıtımında kullanılan turistik fotoğraflarda görmeye alışık olduğumuz denizdeki Likya mezarının bulunduğu yerdi. Ufak bir kahve molası verdikten sonra kaleye doğru tırmanışa geçtik. Muhteşem Kekova manzarasına karşı epeyce fotoğraf çektikten sonra tekrar aşağıya inip kürek çekmeye devam ettik. Ünlü Kekova batık şehrini de üzerinden kayaklarla geçerek gezdikten sonra Üçağız’a geri döndük. Geç bir öğle yemeği yedikten sonra yine minibüsle Kaş’ a döndük. Ben bu arada köyden aldığım keçiboynuzlarından turistlere de ikram edince bir tanesi tadının çikolataya benzediğini söyledi. Çikolata ağacı fikri çok hoşumuza gitti.
Ertesi gün Kaş’ dan ayrılıp Dalyan’ a doğru yola çıktık. Yolumuz üzerinde bulunan Xanthos ve Letoon antik şehirlerini gezdik. Bu iki şehir Unesco Dünya Mirası Listesi’ nde yer alıyor. Bizler için çok popüler olmasa da Likya’ nın önemli şehirleri ve mutlaka görülmesi gereken yerler. Okuduklarımıza göre burada yaşanan savaşlarda erkekler savaşa giderken geride kalan eşlerini ve kız evlatlarını tecavüze uğramasınlar diye öldürmüşler. Yaşanan vahşet içinde vahşetlerden günümüzde geriye sadece taşlar kalmış!
Bir sonraki durağımız ise Patara kumsalı oldu. Burası caretta caretta’ ların üreme alanı olduğundan özel korumaya alınmış. 18 km’ lik kumsal boyunca herhangi bir yapı yok. Böylelikle geceleri kıyının tam olarak karanlık olması sağlanıp bebek kaplumbağaların yolunu şaşırmaması sağlanıyor. Kaplumbağalar, kumsala yumurtalarını bıraktıklarından şemsiye kullanabileceğiniz alanlar bile işaretli. Uzun ve geniş kumsal bize güzel bir manzara sunsa da sığ sularda ve kumsal alanda yüzmekten hoşlanmadığımızdan biraz fotoğraf çekip yolumuza devam ettik. Rotamız Fethiye üzerinden Dalyan’ a doğru uzanıyordu. Bu sırada bir banka işimiz de olduğundan Fethiye şehir merkezine girdik. Fethiye’ nin merkezi deniz kenarı olmasına rağmen bir tatil beldesi olmaktan oldukça uzaklaşmış, son derece sevimsiz bir taşra kentine dönüşmüş ne yazık ki. Bu kadar çok yerli ve yabancı turist çeken bir yöre olmasına rağmen şehirleşmeye hiçbir önem verilmemiş, turist trafiğinin etkisiyle kalabalıklaşıp büyümüş sözde gelişmiş ama darmadağın, çirkin, plansız bir şehir haline gelmiş.

Dalyan’ a akşam saatlerinde vardık ve ilk işimiz kendimize pansiyon ayarlamak oldu. Kral mezarlarının tam karşısına gelen kanal kıyısında bir sokakta sıralanıyor bütün pansiyonlar. Biz daha önce internetten gözümüze kestirdiğimiz birkaç pansiyona gittik öncelikle. Zaten hepsi de yan yanaydı. Bazılarında yer yoktu. Sonuç olarak Midas Pansiyon’ da kalmaya karar verdik (2 kişi, oda kahvaltı 80 TL). Odamıza yerleştikten sonra biraz dolaşıp, çok da aç olmadığımızdan bir rock bara oturup, hem ateş başında müzik dinledik hem biralarımız içtik hem de biraz atıştırdık. http://www.midasdalyan.com/e/index.htm

Bu noktada hava durumundan biraz bahsetmek istiyorum. İzmir’ den çıktığımızda parçalı bulutlu ama ılık bir hava vardı. Uşak’ da mola verdiğimizde yağmur yağıyordu, serindi ve tişörtlerimizin üzerine mont giymek zorunda kaldık. Yemek yemek üzere alışveriş merkezine girdiğimizde klimaların sıcakta çalışıyor olmasına hayret ettik. Çünkü birkaç saat önce yaz yaşıyorduk biz. Afyon’ a varıp da arabamızdaki ufak bir problem nedeniyle tamirciye uğramak zorunda kalınca karşılaştığımız ayaz bizi iyice şaşırttı. Artık donuyorduk. Sonra ağır bir yağmur altında köye vardık. Ertesi gün hava güneşlendi ama kazak üzerine mont giyerek geçirdik buradaki günlerimizi. Sobalar hafif de olsa yanıyordu. Köyden yola çıkıp Side’ ye vardığımızda üzerimizde uzun kollu penyelerimiz, pantolon ve spor ayakkabı vardı. Sıcaktan bunalmak bir yana çevremizde mayo üzerine askılı tişört, kısacık şort ve şıpıdık terliklerle dolaşan insanların yanında biraz da garip görünüyorduk. Antalya’ ya varınca ilk işimiz kıyafetlerimizi değiştirmek oldu. Antalya’ daki tüm tatilimiz şort-sandalet tadında geçti. Sadece akşamları üzerimize hırka aldık. Klima çalıştırmak ihtiyacını hissettiğimizde soğuk düğmesine basıyorduk. Hatta Ekim ayı olmasına rağmen açık alan gezilerimizde sıcak bizi zorladı. Şapka ve gözlük vazgeçilmezdi. Dalyan’ a ilk geldiğimiz akşam da tatlı bir serinlik vardı. Çarşı boyunca uzanan açık mekana sahip bar ve kafeler birer ateş yakmıştı ama ısınmadan çok ambiyans olsun diye. Ancak sabah kalkıp kahvaltı için pansiyonumuzun bahçesine çıktığımızda deli bir rüzgar vardı. Odaya geri dönüp üstümü değiştirtecek kadar da ürperticiydi. Bu bizim çok moralimizi bozdu çünkü bugün için planımız tekne turuydu. Ama az sonra öğrendik ki burası sabahları hep böyle olurmuş, yılın en sıcak gününde bile. Bu biraz da moralimiz düzelsin diye abartılarak söylenmişti herhalde ama gerçekten ilerleyen saatlerde hava yumuşadı, yine de kıyı tatilimizin en serin günüydü ve biz artık teknedeydik. Ama şikayet edemeyeceğim gayet hoş bir gün geçirdik.

Pansiyon sahiplerimiz akşam kooperatife telefon ederek rezervasyonumuzu yaptırdı ve sabah da tekne gelip bizi pansiyonun iskelesinden aldı. Dalyan ve Köyceğiz’ de bütün tekne turları doğaya zarar vermemek ya da en az zarar vermek için tek tip bir tekneyle yapılıyor ve hepsi de kooperatife bağlı olarak faaliyet gösteriyor. Öncelikle kanalda göl tarafına ilerleniyor, göle ulaştıktan sonra da dönülüp deniz tarafına gidiliyor. Hem gölde hem denizde hem de kanalda yüzme şansına sahipsiniz. Gezide ilk durağımız çamur banyoları oldu. birçok insan şifalı olduğuna inanılan çamuru vücudunun her yerine sürüp o çok meşhur heykel görünümlü fotoğrafı çektiriyorlardı ama bana pek cazip gelmedi. Adet yerini bulsun diye biraz koluma bacağıma sürdüm yine de. Kanal boyunca sazlıkların arasından ilerlerken, su kaplumbağaları ve su kuşları ile epeyce oyalandık. Köyceğiz Gölü’ ne vardığımızda kaptanımız yüzme molası verdi ama hava serin olduğundan kimse yüzmek istemedi. Yine kanal kıyısında ama otobüsle de ulaşılabilen ve sanırım kooperatife ait olan bir lokantada yemek molası verdik. Açık büfe servis edilen yemekler gayet iyiydi. Yemekten sonra şehir merkezinden tekrar geçerek bu sefer denize doğru yol almaya başladık. Bu arada grubumuza bir de rehber katıldı. Rehber eşliğinde Kaunos antik kentini gezdik. Bu gezi sırasında uzun ama keyifli bir yürüyüş de yapmış olduk. Bizi başka bir noktadan alan teknemiz son durağımız olan İztuzu Kumsalı’ na doğru hareket etti. İztuzu Kumsalı, bir tarafı tatlı su bir tarafı tuzlu su olan doğa harikası bir kumsal. Deniz tarafı oldukça sığ ilerliyor ve kıyıya yaklaşık 200-300 m. uzaklıktaki delik adaya yürüyerek ulaşılabiliyor. Ben havanın serinliğini bahane ederek karşı adaya yürüme işine hiç girişmediysem de Utku bir deneme yaptı. Ben de hem etrafa bakınıp hem de bu olağanüstü olayı kayıtlara geçirdim. Bu bölgeyi daha önce İzmir’ den Antalya’ ya giderken uçaktan görmüştüm ve gerçekten etkileyici bir manzaraydı. Buradaki yüzme ve fotoğraf molamızdan sonra artık geri dönme vakti geldi. Kanalın ağzındaki teknelere gelirken siparişini verdiğimiz mavi yengeçlerimizi dönüşte aldık. Mavi yengeç bu bölgeye özel bir türmüş. Demre’ de yiyemediğimiz yengeçler de bunlardandı. Bu sefer hatamızı tekrarlamadık. Kömürde ızgara yapılmış yengecimizi afiyetle mideye indirdik.
Ertesi gün bu sefer karayoluyla dolanıp, İztuzu Sahili’ ne bir de yukarıdan baktık. Sonra da evimize doğru yola koyulduk.








11 Ağustos 2009 Salı

FAS, TEMMUZ 2009

Fas’ a aslında uzun zamandır gitmeyi planlıyorduk. İlk evlendiğimizde balayı bahanesiyle Tayland ve Singapur gezisi yapmıştık. Elbette eşsiz bir deneyimdi. Yeni bir hayata başlıyor olmanın da verdiği heyecanla, her yıl başka bir ülkeye gitme planları yaptık ve bir sürü ülke ismi sıraladık kendimizce. Şimdi aradan 4 yıl geçtikten sonra ancak ilk gezimize çıkabiliyoruz. Araya giren zaman hevesimizin kaçtığından değildi elbette, günlük hayatın bir takım sevimsiz aksaklıklarındandı.


Uzun bir ülkeler listemiz vardı. Ama nedense Fas özellikle son 2 yıldır en başa oturmuştu. Sonuçta yine birgün internette gezinir ve sıklıkla yaptığım gibi turizm şirketlerinin programlarını incelerken, yaklaşan 19 Mayıs haftası için promosyonlar arasında Fas’ ı gördüm. Fiyatları inceleyince neden olmasın deyip Utku’ ya koştum hemen. Böylelikle artık Fas’ a gitmeye kesin karar vermiştik. 19 Mayıs tarihi bizim için pek uygun değildi iş programlarımız yüzünden. Ancak Temmuz ayında olabilir dedik ki bu sefer de iklim koşulları beni tedirgin etti. Özellikle yabancı siteler iklim konusunda çok uyarıcıydı. Yazların son derece sıcak ve kurak geçtiği söyleniyordu, sıcaklıkların 40 dereceleri aştığından bahsediliyordu. Kasım-Mayıs ayları arasında gidilmesi öneriliyordu hep. Bizim ise artık kasım ayını falan bekleyecek sabrımız yoktu ama mantıklı da davranmak gerekiyordu. Tüm bunları düşünürken aklıma nikahlarını Fas’ da kıydırıp sonrasında da orada harika bir balayı geçiren arkadaşlarımız Barış ve Tekin geldi. Onlar da Temmuz ayında gitmişlerdi ve hatta bir fotoğrafının altına Barış üşüdüğüne dair not düşmüştü. Hemen fikirlerini aldım ve havanın hiç de o kadar sıcak olmadığını hatta okyanus kıyılarının serin olduğunu, ancak çölün aşırı sıcak olabileceğini ve pek tavsiye edemeyeceğini ki kendileri çöle de gitmişti, bunun dışında hiçbir problemle karşılaşmayacağımızı söylediler. Aslında bu yorumları yapan bugüne kadar gidenlerden Barış olmuştu ama ben O’ na güvendim ve gitme kararını aldım. Kesinlikle de doğru bir karar vermişim. Havadan yana hiçbir problemimiz olmadı, evet ilk gün özellikle Marakeş bir hayli sıcaktı ama, şapka takıp bol su içerek üstesinden geldik. Yine tam da Barış’ ın dediği gibi okyanus kıyılarında üşüdük bile. Hatta ben Essaouira’ yı gezerken başka bir mevsimde gelsem bu kadar zevk almazdık diye de düşündüm.



Fas, Türkiye vatandaşlarından vize istemeyen nadir ülkelerden bir tanesi. Zaten, bizi cezbeden özelliklerinden biri de buydu. Bunun da verdiği rahatlıkla acaba münferit mi gezsek diye sonucu aslında baştan bildiğim, ufak ve hızlı bir araştırma yaptım. Ama her zamanki gibi paket turdan daha pahalıya geliyordu. Münferit dediysem de zaten ekibimizi 6 kişi yapmıştık bile. Paket tur ararken de aslında epey sıkıntı yaşadık diyebilirim. Fas için paket hazırlayan çok az firma vardı ve onlar da genellikle kesin hareket garantisi vermiyorlardı. Biz 6 çalışan insan olarak tarih değişikliğini kaldırabilecek durumda değildik. En sonunda kesin hareket garantisi veren bir program bulduk. Bunu satan birkaç acente vardı ama en uygun ödeme koşullarını sağlayan Simge Turizm ile anlaştık.


Yanımızda rehber kitap olarak Duygu’ nun aldığı Dost Yayınevi’ nin Berlitz Cep Rehberi vardı. Küçük ama son derece faydalı bir kitap. Ben de oraya gidince Eyewitness Travel’ ın rehberlerinden alacaktım, Türkiye’de bulamamıştım çünkü. Daha doğrusu Türkçesi yok, belki orijinalini İstanbul’da bulmak mümkün olurdu ama açıkçası pek önemsememiştim oradan bulurum nasılsa diye. Ancak Marakeş’ de de göremedim, kitapçı falan yoktu zaten. Sadece ilk akşam bir büfeden şehir haritası aldık 20 dirheme, Utku yanlışlıkla 20 euro vermiş adama, adam arkamızdan seslendi. Haritaya bile hiç bakmadık diyebilirim. Basit bir şehir, meydana çıktın mı kendini sokaklara bırakıyorsun, her şey elinin altında. Otelimiz zaten Kutubiye Camii’ nin olduğu caddedeydi. Daha doğrusu caddenin bir ucunda ünlü minare vardı, diğer ucunda bizim otel (Muhammed V caddesi). Yaklaşık 3 km. idi mesafe. Minareye geldiğinde meydanın da ucuna gelmiş oluyorsunuz zaten.



İlk gece yürüdük o yolu, hem de acayip acıkmış bir şekilde. Saat 18:30 gibi otelimize (Hotel Mont Gueliz) ulaşabilmiştik, 20:00 de buluşup meydana (Camiü’l Fena) gidelim dedik ve yürümeye başladık, rehberimiz mesafenin 1 km. olduğunu söylemişti, aslında 3 km. olduğunu sonradan öğrenecektik. Yol yorgunluğu, apayrı bir yere gelmenin şapşallığı ve açlığın verdiği asabiyete rağmen bir sürü fotoğraf çektik. Çünkü güneş yeni batacaktı ve hava muhteşemdi, böyle bir ışığı yakalamak her zaman mümkün değil, hatta rivayete göre bu o kadar eşsiz bir ışıkmış gibi bu yüzden birçok sinema ve fotoğraf sanatçısı eserlerini Fas’da oluşturuyorlarmış. Meydana varır varmaz, hemen yemekçilerde aldık soluğu. Zaten en önemli kısmını orası oluşturuyor. Aval aval bakınırken kolumuzdan çekiştirmeye başladı satıcılar, bu bizi sinirlendirdi ve Utku gözüne kestirdiği bir yere oturuverdi böylelikle yemeklerimizi yiyip rahata kavuştuk. Biz Utku ile etli tajin (25 dh) aldık. İkimize 1 porsiyon yeterli geldi.








Meydanda yemek yemek gerçekten çok zevkli, atmosfer harika, yemekler leziz, fiyatlar ucuz. Gerçi kuver almayı ihmal etmiyorlar ama yine de gezimizin en ekonomik mekanıydı. Ertesi akşam koştura koştura yine oraya gittik. Aslında bu sefer ben kelle yemeyi kafama koymuştum. Önceki akşam görmüştüm ve hoşuma gitmişti. Ancak diğerleri önceki akşam oturduğumuz yere oturmak isteyince garsonlardan rica ettik bize başka yerden kelle getirdiler. Utku ile yarım kelle (40 dh) yedik ama tadı damağımızda kaldı, çok lezzetliydi. Utku garson çocuklara 20 dh bahşiş verince çok sevindiler, fotoğraf falan çektirdiler, biz o sırada kına (kişi başı 50 dh) yaptırıyorduk.


Aslında 3. akşam da orada yemek niyetindeydik ama meydana gidecek gücü kendimizde bulamadık. Toplu ulaşım hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu, hala da yok. Hiçbir toplu taşıma aracını kullanmadık. Zaten rehberimiz bu konularda ser veriyordu da sır vermiyordu. İlk günün akşamı otele yine yürüyerek döndük, hepimiz feci yorgunduk ama aynı zamanda hiçbirimizin kafası da çalışmıyordu. Salak salak yürüdük, benim bile bacaklarım zonkluyordu artık. Yolda bar görünce Cem ve Tülin hemen bira içmek için daldılar. Ben kesin bir dille reddettim. Utku’ ya ertesi akşam için söz verdim. Otele gidip, otelin karşısındaki Shell’ den su aldık ve hemen uyuduk. Ertesi gün rehberli turumuz meydanda bitti. Akşamüstü dönerken taksiye binelim bari dedik, o kadar yol yürünmez, kafalar çalışmaya başlamıştı. İki çeşit taksi vardı petit (uno veya 205) ve grand (manda kasa Mercedes). Petitler 3 kişiden fazla almıyor. Granda sığamıyacağımızı düşünerek 2 tane küçük tutalım dedik, o sırada grand durdu önümüzde 6 kişi binebilir miyiz dedik binin dedi, sıkış tepiş doluştuk. Kaç para dedik 50 dh dedi, camda bir liste falan gösterdi, biz zaten çoktan razıydık, çok ucuz geldi ve bundan sonra her yere taksiyle gitmeye karar verdik. Akşam yine meydana gitmek üzere buluştuk, bu sefer taksiye binecektik, haliyle lobiden taksi çağırmalarını istedik. Grand taksiye binmek niyetindeydik ama öyle çağırma olayı yokmuş anladığım kadarıyla, zaten grandlar çok pahalı demiş resepsiyondaki kız, buradan de geçmezler. Sonra yola bize taksi ayarlamaya çıktı. Utku, Duygu ve Damla bir taksiye, Cem, Tülin ve ben de bir taksiye binecektik. Kız birkaç taksi durdurdu ama anlaşamadı hiçbiriyle, bir tanesiyle uzun uzun pazarlık etti ama anlaşamayıp gönderdi, 18 dh istemiş taksici, para değil aslında. İş biraz uzayınca kıza para önemli değil dedik uğraşmasın ve de uzatmasın o kadar diye, sonunda ilk grubu bindirdik taksiye, sonra da bizi başka bir taksiye bindirdi, 10 dh e anlaşmış. Böylelikle 50 dh geldiğmiz yolu 20 dh e dönmüş olduk. Ama o kadar eziyet çekeceğimize 50 dh e razıydık biz. Böylelikle taksi olayından da soğuduk. Dönüşte bara gidip bira içecektik, bar da nerdeyse otelle meydanın tam ortasında gibiydi, e artık yürürüz dedik, ama Duygu ayağına kına yaptırdığı için yürüyemedi. Cem, Duygu ve Damla bara taksiyle geldiler. Kavga dövüş 30 dh e anlaşabilmişler ancak. Biz pazarlıkla uğraşmaktansa yürümeyi tercih ettik.


İşte böyle olunca 3. akşam meydana gitmekten vazgeçtik, ama hata ettik galiba. Resepsiyondaki kıza çıkmadan önce alkollü mekan sorduk, bar veya restaurant. Bir tane bar bulmuştuk ve çok da sevmiştik orayı ama değişik mekanlar da tanımak istiyor haliyle insan. Daha önceden gözümüze kestirdiğimiz tüm mekanlar meydan çevresindeydi. İlk gün Marakeş gezimiz sırasında meydanda, meydana bakan bir balkonu da bulunan Argana Restaurant’ da öğle yemeği yemiştik. Ben tavşan tajin (60 dh) yedim, Utku’ da kuzu kaburgalı kuskus (80 dh) yedi. Meydan kadar ekonomik olmasa da zengin ve lezzetli menüsü, tatminkar porsiyonları ve uygun fiyatlarıyla son derece iyi bir seçim olmuştu bizim için. Resepsiyondaki kızcağız akşam için bir-iki yer tarif etmeye çalışmıştı bol Fransızcalı İngilizcesiyle. Biz de anladığımız kadarıyla bulmaya çalıştık. Mekanlardan birini bulabildik ama pek gözümüz tutmadı, bulduğumuz bir diğeri ise tavernaydı zaten, o hiç olmadı. Sonunda bir yerde yemek yiyelim de sonra bildiğimiz bara gideriz dedik. Bir yere oturuverdik yine. Garson İngilizce biliyordu güya ama anlaşmamız epey zor oldu. Salatalar da yanlış geldi zaten. Ben pastilla (45 dh) yedim, önceden kafaya koymuştum. Çok harika bir şeydi. Milföy böreğinin içinde tavuklu bir harç vardı ve dışı da pudra şekeriyle kaplıydı. Tadı damağımda kaldı. Utku ise limon ve zeytin soslu tavuklu tajin (60 dh) yedi. Cem ve Tülin yemeklerinden hiç hoşlanmadılar ama öğlen Essaouira’ da süper yedikleri için pek de sorun etmediler. Essaouira’da yediğimiz öğle yemeğinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Tam da hayallerimdeki gibi bir mekandı. Liman yakınında yan yana dizili tenteli büfe tarzı küçük küçük balıkçılar vardı. Hepsinin önünde balık tezgahları var ve her şeyi kömürde ızgara yapıyorlar. Zaten görüntü ve koku acayip baştan çıkarıcı. Bölgenin girişinde bir fiyat listesi var balığın kilosuna göre ama, pazarlık esas. Şoförümüz Cemal’in tavsiye ettiği gibi 20 numaralı tezgaha gittik, zaten söz vermiştik onlara. 1 tane kalkan, 4 tane dil, 6 tane jumbo karides, bol miktarda kalamar, ortaya salata ve herkese kola söyledik. Önce 1280 sonra 1200 dirhem dediler, 1000 dirhem e anlaştık. Pazarlık sonucundan memnun olmuş olsalar ki bize ikram olarak bol miktarda çim çim karides ve herkese birer iri sardalya getirdiler. Servis hızlı ve yemekler süper lezzetliydi, kendimizden geçtik diyebilirim. Yemek esnasında bir de saz heyeti geldi kısa süreliğine. Sanırım şehir içinde ayrıca balık pazarı varmış, yine kiloyla satın alıp pişirtip yiyebiliyormuşsun ama orayı görmedik. zaten şehri gezmeye başlamadan önce yemek yedik hemen, çok da iyi yapmışız. Hem zaten yemek yenecek daha iyi bir yer yokmuş hem harika bir yemek yedik hem de aç karnına dolaşmanın sıkıntısından kurtulduk. Essaouira, Marakeş’e yaklaşık 180-200 km. uzaklıkta, Atlantik kıyısında bir şehir. Tur programımızda ekstra (55 euro) olarak gözüküyordu zaten. Benim de ta en başından gitmeyi kafama koyduğum bir yerdi, çünkü giden herkes çok beğendiğini ve mutlaka görülmesi gereken bir yer olduğunu söylüyordu. Hem deniz kenarları da hep caziptir zaten.



Gitmeden önce okuduklarımdan hep taksi kiralayarak gitmenin en uygun olacağını düşünmüştüm. ancak Marakeş’ e gelip de taksileri görünce hiç aklıma yatmadı. Küçüklerden kiralasan, 2 ayrı araba, problem. Büyükler güya 6 kişilik ama sıkış tepiş, ne klima var ne birşey, insan 10 dakika zor dayanıyor, uzun yol hiç çekilmez. Bir de otobüsler var ama nerden kalkar, kaçta kalkar falan hiç kafa yormadık. 2. gün Marakeş’ de dolanırken gördüğümüz tur şirketlerinden birisiyle anlaşıverdik. İlk sorduğumuz yer aslında kişi başı 300 dh ama size toplam 1500 olur dedi. Daha sonra bir yer daha gördük ve oraya da sorduk. Onlar da kişi başı 300 ama size 1200 dh olur toplam dedi. Bir yemek arası verdikten sonra daha fazla uğraşmaya gerek yok deyip, 1200 diyen yerle anlaştık. 200 dh kapora verdik. Sabah 8’ de bizi otelden minibüsle alıp akşam da 6-6buçuk gibi bırakacaklarını söylediler. Sabah 8:30’ da geldiler. İngilizce bilen şoför istemiştik ama Cemal, nerdeyse hiç İngilizce bilmiyordu. Sadece Fransızca konuşuyordu ama sorunsuz bir şekilde anlaştık yine de. Saat 11 gibi Essaouira’ ya vardık. Yolda Argan kooperatifinde mola verdik. Kadınların kurduğu bir kooperatifmiş. Argan yağı üretiyorlar. Her şey el üretimi tabii ki. Onları izledik, biraz da bilgi aldık. Biz herhangi bir şey almak istemediğimiz için bahşiş bıraçıktık. Argan yağı hoş kokulu ve lezzetli bir yağ, ancak çok pahalıydı (500 ml 180 dh). O yüzden almak istemedik, bir de sonuçta yağ, taşıması dert.


Şehre varınca şoförümüz yemek yememizi tavsiye ettiği yeri gösterdi. Daha sonra surları gezmemizi tavsiye etti. Biz de öyle yapacaktık zaten. Giriş ücreti olarak kişi başı 10 dh. verdik. Kale harika bir yerdi, sanırım yüzlerce fotoğraf çektik. Sadece fotoğraf çekerek 1 saatimizi geçirdik orada. Sonra da daha önce bahsettiğim muhteşem yemeğimizi yiyip, suklara daldık. Suklar, Marakeştekiler' den çok farklı değil. Ancak buradaki binalar hep beyaz, mavi de çerçeveleri var. Bütün şehir mavi-beyaz. Sonra kafe gibi bir yerde oturup nane çayı içip biraz dinlendik ve sahilde dolaşmak üzere kalktık ama yolda hediyelik eşya ve kitap satılan yerlere takıldık. Utku ve yeğeni Devrim’ e birbirinin aynı tişörtler aldık. Bir de magnet (30 dh) aldık. Buradaki kitapçılarda aradığım rehber de vardı. Fiyatını sordum, tatilin sonuna geldik ama sonradan da işime yarar hem de arşiv olur diye düşündüm ama 285 dh olunca vazgeçtim, belki sonradan da bulabilirim diye. Duygu yemek kitabı aldı, bir gün önce Marakeş’ten de tajin tenceresi almıştı. Şimdi heyecanla bekliyoruz bize tajin pişirsin diye.
Plaja vardığımızda şoförümüzle anlaştığımız saati aşmıştık bile. Plaj hafta içi olmasına rağmen epey kalabalıktı. Çok harika bir kumsal vardı, ancak su epey soğuktu. Zaten yüzmek gibi bir planımız da yoktu ama Utku ve Cem son dakikada yüzmeye kara verdiler. Ancak epey kısa sürdü suyun soğukluğu yüzünden.


Seyahatimiz öncesi denize girmek konusunda şüphelerim vardı. Çünkü ne kadar fotoğraf gördüysem kumsallar hep boştu. Okuduğum yazılarda da hep sörften ya da kumsalda yürüyüş yapmaktan falan bahsediyordu da yüzmekten hiç bahsetmiyordu. Mayo giymek sorun mu acaba falan diye düşünmüştüm ama hiç de öyle değilmiş. Üstsüz güneşlenen kadınlar bile vardı, ortam gayet rahattı. Ancak şöyle denize karşı biramızı yudumlayabileceğimiz bir mekan yoktu ya da en azından biz görmedik. Ama bu isteğimizi de Kazablanka’ da tatmin ettik.
Marakeş’ de içkili mekan hemen hiç görmedik diyebilirim. Duyduğumuza göre açık mekanlarda içmek yasakmış. Sadece bir tane bar bulabildik. Bir de dışarıdan pavyona benzeyen birkaç mekan vardı, içlerine girmedik tabii ki. Ama içkili restoran yok. Duyduğuma göre çok lüks çok turistik restoranlarda varmış ama onların kapısından geçmedik. Yasaktan ziyade adamların kültüründe yok diye düşündüm daha çok. Ancak markete gittiğimizde acayip geniş bir içki reyonu vardı, çeşit çok boldu, çoğu ithal tabii, fiyatlar da çok ucuz olmamakla birlikte gayet makuldu. Biraz şaraplara baktık. Çok çeşitli Fransız şarapları vardı. Yerel şaraplar da var ama pek anlayamadığımız için satın almadık. Daha doğrusu taşımayalım, Kazablanka’ dan alırız nasıl olsa diye düşünmüştüm ama bu sefer orada da market bulamadık. Sonuçta havaalanından 1 şişe şarap ve ne olduğunu hala bilmediğimiz özel Fas içkisi (üzerinde öyle yazıyor) aldık. Oradaki görevli tatlımcık bir tadı olduğunu sek veya buzlu içildiğini söyledi. Şarabı da o tavsiye etti. Şarap 5 euro, sahraouia 11.5 euro idi. Ancak kasada bozuk euro olmadığından toplamda 20 euro vermek zorunda kaldık. Hesap tutsun diye toblerone ekledik. Böylelikle herhalde dünyanın en pahalı tobleronunu almış olduk.

İlk günümüzü yolda, ikinci günümüzü Marakeş’ de, üçüncü günümüzü ise Essaouira’ da geçirdikten sonra dördüncü gün tekrar Kazablanka’ ya geçtik. Tekrar diyorum çünkü uçağımız Kazablanka’ ya inmiş, havaalanında rehberimiz bizi karşılayarak, Marakeş’ e getirmişti. Yani aslında henüz Kazablanka’ yı görmüşlüğümüz yoktu. Zaten görülecek pek bir yer olmadığını da söylüyordu herkes ama İstanbul’ dan direkt uçuş sadece Kazablanka’ ya yapılabildiğinden mecburen gelmiş olduk bu şehre de. Ben yine de gelmiş olmaktan memnundum çünkü sadece turistik erleri gezip de tüm ülkeyi öyle bir yer sanarak dönmek pek hoşuma gitmezdi. Kazablanka, Fas’ ın ticari merkezi ve sanırım en büyük ve en gelişmiş kenti. Gezerken hiç turiste rastlayamadık diyebilrim. Zaten Fas ile ilgili bir önemli izlenimim de gezimiz boyunca hiç Türk’ e rastlamamış olmamızdı. THY ile uçmamıza rağmen uçakta bile bizim dışımızda birkaç Türk vardı. Avrupa’ da her köşe başında rastladığımız, Singapur’ un ufacık adasında bile karşılaştığımız ve artık karşılaştığımızda hiç şaşırmadığımız yurttaşlarımızla hem de Avrupa’ ya bu kadar yakınken hiç karşılaşmamak şaşırtıcı olmuştu.

Kazablanka gördüğümüz yerler arasında en sıradan olanıydı kuşkusuz. Günlük hayat sevimsiz bir şekilde akıp gidiyordu işte koca koca binaların arasından, korkunç bir trafik şeklinde. Cem, İstanbul’ un 20 sene önceki haline benzetti kenti. Otelimiz onların kordon dedikleri yerdeydi. Kordon okyanus kıyısında plajların, otellerin, restaurantların olduğu şehir merkezine biraz uzak bir semtti. Deniz kenarından uzaklaştıkça da muhteşem villalar ile çevriliydi. Çok zenginler ve çok fakirler, bir geri kalmış ülke gerçeği…




Otelimizin (Hotel de La Corniche) bir yanında halk plajı vardı, diğer tarafında ise yan yana son derece güzel, son derece büyük ve çok sayıda son yılların moda deyimi ile beach club’ lar. Deniz pardon okyanus genelde çok dalgalı olduğundan buralara deniz suyu havuzları yapılmıştı hep, ayrıca spor salonları, çok sayıda kafeterya ve lüks restaurantlar. Gerçekten güzel yerlerdi.


Artık tatilimizin son akşam yemeği olacağı için, epeyce dolaşıp kendimize uygun bir restaurant seçmeye çalıştık. Bir tanesini gözümüze kestirince de denemeyi ihmal etmedik ve akşamüstü oturup birer bira içtik (Casablanca Beer 35 dh, Heineken 30 dh). Biralarımızı içtikten sonra, günbatımında tekrar gelmek üzere ayrıldık. Akşam yemeği için tekrar dönüp aynı masaya oturduk ama ne yazık ki hava bulutlu olduğundan çok heves ettiğimiz okyanusta günbatımını izleyemedik. Güneş battıktan hemen sonra da uzun kolluları geçirdik üstümüze. Pek rüzgar olmamasına rağmen epey serindi hava.



Toplam Harcama (2 kişi için):
Paket tur (uçak bileti, otel, şehirlerarası transferler, müze girişleri): 2X 660 Euro (6 taksit)
Diğer Harcamalar (öğle-akşam yemekleri, şehiriçi ulaşım, su, wc, bahşiş, hediyeler vs): 285 Euro


Toplam: 1600 Euro (pasaport, yurtdışı çıkış harcı ve İstanbul-İzmir ulaşım hariç)


Kurlar: 1 Euro=11.065 dirhem (bankalarda ya da döviz bürolarında ve hatta havaalanında kur değişmiyor, herhangi bir komisyon alınmıyor)