11 Ağustos 2009 Salı

FAS, TEMMUZ 2009

Fas’ a aslında uzun zamandır gitmeyi planlıyorduk. İlk evlendiğimizde balayı bahanesiyle Tayland ve Singapur gezisi yapmıştık. Elbette eşsiz bir deneyimdi. Yeni bir hayata başlıyor olmanın da verdiği heyecanla, her yıl başka bir ülkeye gitme planları yaptık ve bir sürü ülke ismi sıraladık kendimizce. Şimdi aradan 4 yıl geçtikten sonra ancak ilk gezimize çıkabiliyoruz. Araya giren zaman hevesimizin kaçtığından değildi elbette, günlük hayatın bir takım sevimsiz aksaklıklarındandı.


Uzun bir ülkeler listemiz vardı. Ama nedense Fas özellikle son 2 yıldır en başa oturmuştu. Sonuçta yine birgün internette gezinir ve sıklıkla yaptığım gibi turizm şirketlerinin programlarını incelerken, yaklaşan 19 Mayıs haftası için promosyonlar arasında Fas’ ı gördüm. Fiyatları inceleyince neden olmasın deyip Utku’ ya koştum hemen. Böylelikle artık Fas’ a gitmeye kesin karar vermiştik. 19 Mayıs tarihi bizim için pek uygun değildi iş programlarımız yüzünden. Ancak Temmuz ayında olabilir dedik ki bu sefer de iklim koşulları beni tedirgin etti. Özellikle yabancı siteler iklim konusunda çok uyarıcıydı. Yazların son derece sıcak ve kurak geçtiği söyleniyordu, sıcaklıkların 40 dereceleri aştığından bahsediliyordu. Kasım-Mayıs ayları arasında gidilmesi öneriliyordu hep. Bizim ise artık kasım ayını falan bekleyecek sabrımız yoktu ama mantıklı da davranmak gerekiyordu. Tüm bunları düşünürken aklıma nikahlarını Fas’ da kıydırıp sonrasında da orada harika bir balayı geçiren arkadaşlarımız Barış ve Tekin geldi. Onlar da Temmuz ayında gitmişlerdi ve hatta bir fotoğrafının altına Barış üşüdüğüne dair not düşmüştü. Hemen fikirlerini aldım ve havanın hiç de o kadar sıcak olmadığını hatta okyanus kıyılarının serin olduğunu, ancak çölün aşırı sıcak olabileceğini ve pek tavsiye edemeyeceğini ki kendileri çöle de gitmişti, bunun dışında hiçbir problemle karşılaşmayacağımızı söylediler. Aslında bu yorumları yapan bugüne kadar gidenlerden Barış olmuştu ama ben O’ na güvendim ve gitme kararını aldım. Kesinlikle de doğru bir karar vermişim. Havadan yana hiçbir problemimiz olmadı, evet ilk gün özellikle Marakeş bir hayli sıcaktı ama, şapka takıp bol su içerek üstesinden geldik. Yine tam da Barış’ ın dediği gibi okyanus kıyılarında üşüdük bile. Hatta ben Essaouira’ yı gezerken başka bir mevsimde gelsem bu kadar zevk almazdık diye de düşündüm.



Fas, Türkiye vatandaşlarından vize istemeyen nadir ülkelerden bir tanesi. Zaten, bizi cezbeden özelliklerinden biri de buydu. Bunun da verdiği rahatlıkla acaba münferit mi gezsek diye sonucu aslında baştan bildiğim, ufak ve hızlı bir araştırma yaptım. Ama her zamanki gibi paket turdan daha pahalıya geliyordu. Münferit dediysem de zaten ekibimizi 6 kişi yapmıştık bile. Paket tur ararken de aslında epey sıkıntı yaşadık diyebilirim. Fas için paket hazırlayan çok az firma vardı ve onlar da genellikle kesin hareket garantisi vermiyorlardı. Biz 6 çalışan insan olarak tarih değişikliğini kaldırabilecek durumda değildik. En sonunda kesin hareket garantisi veren bir program bulduk. Bunu satan birkaç acente vardı ama en uygun ödeme koşullarını sağlayan Simge Turizm ile anlaştık.


Yanımızda rehber kitap olarak Duygu’ nun aldığı Dost Yayınevi’ nin Berlitz Cep Rehberi vardı. Küçük ama son derece faydalı bir kitap. Ben de oraya gidince Eyewitness Travel’ ın rehberlerinden alacaktım, Türkiye’de bulamamıştım çünkü. Daha doğrusu Türkçesi yok, belki orijinalini İstanbul’da bulmak mümkün olurdu ama açıkçası pek önemsememiştim oradan bulurum nasılsa diye. Ancak Marakeş’ de de göremedim, kitapçı falan yoktu zaten. Sadece ilk akşam bir büfeden şehir haritası aldık 20 dirheme, Utku yanlışlıkla 20 euro vermiş adama, adam arkamızdan seslendi. Haritaya bile hiç bakmadık diyebilirim. Basit bir şehir, meydana çıktın mı kendini sokaklara bırakıyorsun, her şey elinin altında. Otelimiz zaten Kutubiye Camii’ nin olduğu caddedeydi. Daha doğrusu caddenin bir ucunda ünlü minare vardı, diğer ucunda bizim otel (Muhammed V caddesi). Yaklaşık 3 km. idi mesafe. Minareye geldiğinde meydanın da ucuna gelmiş oluyorsunuz zaten.



İlk gece yürüdük o yolu, hem de acayip acıkmış bir şekilde. Saat 18:30 gibi otelimize (Hotel Mont Gueliz) ulaşabilmiştik, 20:00 de buluşup meydana (Camiü’l Fena) gidelim dedik ve yürümeye başladık, rehberimiz mesafenin 1 km. olduğunu söylemişti, aslında 3 km. olduğunu sonradan öğrenecektik. Yol yorgunluğu, apayrı bir yere gelmenin şapşallığı ve açlığın verdiği asabiyete rağmen bir sürü fotoğraf çektik. Çünkü güneş yeni batacaktı ve hava muhteşemdi, böyle bir ışığı yakalamak her zaman mümkün değil, hatta rivayete göre bu o kadar eşsiz bir ışıkmış gibi bu yüzden birçok sinema ve fotoğraf sanatçısı eserlerini Fas’da oluşturuyorlarmış. Meydana varır varmaz, hemen yemekçilerde aldık soluğu. Zaten en önemli kısmını orası oluşturuyor. Aval aval bakınırken kolumuzdan çekiştirmeye başladı satıcılar, bu bizi sinirlendirdi ve Utku gözüne kestirdiği bir yere oturuverdi böylelikle yemeklerimizi yiyip rahata kavuştuk. Biz Utku ile etli tajin (25 dh) aldık. İkimize 1 porsiyon yeterli geldi.








Meydanda yemek yemek gerçekten çok zevkli, atmosfer harika, yemekler leziz, fiyatlar ucuz. Gerçi kuver almayı ihmal etmiyorlar ama yine de gezimizin en ekonomik mekanıydı. Ertesi akşam koştura koştura yine oraya gittik. Aslında bu sefer ben kelle yemeyi kafama koymuştum. Önceki akşam görmüştüm ve hoşuma gitmişti. Ancak diğerleri önceki akşam oturduğumuz yere oturmak isteyince garsonlardan rica ettik bize başka yerden kelle getirdiler. Utku ile yarım kelle (40 dh) yedik ama tadı damağımızda kaldı, çok lezzetliydi. Utku garson çocuklara 20 dh bahşiş verince çok sevindiler, fotoğraf falan çektirdiler, biz o sırada kına (kişi başı 50 dh) yaptırıyorduk.


Aslında 3. akşam da orada yemek niyetindeydik ama meydana gidecek gücü kendimizde bulamadık. Toplu ulaşım hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu, hala da yok. Hiçbir toplu taşıma aracını kullanmadık. Zaten rehberimiz bu konularda ser veriyordu da sır vermiyordu. İlk günün akşamı otele yine yürüyerek döndük, hepimiz feci yorgunduk ama aynı zamanda hiçbirimizin kafası da çalışmıyordu. Salak salak yürüdük, benim bile bacaklarım zonkluyordu artık. Yolda bar görünce Cem ve Tülin hemen bira içmek için daldılar. Ben kesin bir dille reddettim. Utku’ ya ertesi akşam için söz verdim. Otele gidip, otelin karşısındaki Shell’ den su aldık ve hemen uyuduk. Ertesi gün rehberli turumuz meydanda bitti. Akşamüstü dönerken taksiye binelim bari dedik, o kadar yol yürünmez, kafalar çalışmaya başlamıştı. İki çeşit taksi vardı petit (uno veya 205) ve grand (manda kasa Mercedes). Petitler 3 kişiden fazla almıyor. Granda sığamıyacağımızı düşünerek 2 tane küçük tutalım dedik, o sırada grand durdu önümüzde 6 kişi binebilir miyiz dedik binin dedi, sıkış tepiş doluştuk. Kaç para dedik 50 dh dedi, camda bir liste falan gösterdi, biz zaten çoktan razıydık, çok ucuz geldi ve bundan sonra her yere taksiyle gitmeye karar verdik. Akşam yine meydana gitmek üzere buluştuk, bu sefer taksiye binecektik, haliyle lobiden taksi çağırmalarını istedik. Grand taksiye binmek niyetindeydik ama öyle çağırma olayı yokmuş anladığım kadarıyla, zaten grandlar çok pahalı demiş resepsiyondaki kız, buradan de geçmezler. Sonra yola bize taksi ayarlamaya çıktı. Utku, Duygu ve Damla bir taksiye, Cem, Tülin ve ben de bir taksiye binecektik. Kız birkaç taksi durdurdu ama anlaşamadı hiçbiriyle, bir tanesiyle uzun uzun pazarlık etti ama anlaşamayıp gönderdi, 18 dh istemiş taksici, para değil aslında. İş biraz uzayınca kıza para önemli değil dedik uğraşmasın ve de uzatmasın o kadar diye, sonunda ilk grubu bindirdik taksiye, sonra da bizi başka bir taksiye bindirdi, 10 dh e anlaşmış. Böylelikle 50 dh geldiğmiz yolu 20 dh e dönmüş olduk. Ama o kadar eziyet çekeceğimize 50 dh e razıydık biz. Böylelikle taksi olayından da soğuduk. Dönüşte bara gidip bira içecektik, bar da nerdeyse otelle meydanın tam ortasında gibiydi, e artık yürürüz dedik, ama Duygu ayağına kına yaptırdığı için yürüyemedi. Cem, Duygu ve Damla bara taksiyle geldiler. Kavga dövüş 30 dh e anlaşabilmişler ancak. Biz pazarlıkla uğraşmaktansa yürümeyi tercih ettik.


İşte böyle olunca 3. akşam meydana gitmekten vazgeçtik, ama hata ettik galiba. Resepsiyondaki kıza çıkmadan önce alkollü mekan sorduk, bar veya restaurant. Bir tane bar bulmuştuk ve çok da sevmiştik orayı ama değişik mekanlar da tanımak istiyor haliyle insan. Daha önceden gözümüze kestirdiğimiz tüm mekanlar meydan çevresindeydi. İlk gün Marakeş gezimiz sırasında meydanda, meydana bakan bir balkonu da bulunan Argana Restaurant’ da öğle yemeği yemiştik. Ben tavşan tajin (60 dh) yedim, Utku’ da kuzu kaburgalı kuskus (80 dh) yedi. Meydan kadar ekonomik olmasa da zengin ve lezzetli menüsü, tatminkar porsiyonları ve uygun fiyatlarıyla son derece iyi bir seçim olmuştu bizim için. Resepsiyondaki kızcağız akşam için bir-iki yer tarif etmeye çalışmıştı bol Fransızcalı İngilizcesiyle. Biz de anladığımız kadarıyla bulmaya çalıştık. Mekanlardan birini bulabildik ama pek gözümüz tutmadı, bulduğumuz bir diğeri ise tavernaydı zaten, o hiç olmadı. Sonunda bir yerde yemek yiyelim de sonra bildiğimiz bara gideriz dedik. Bir yere oturuverdik yine. Garson İngilizce biliyordu güya ama anlaşmamız epey zor oldu. Salatalar da yanlış geldi zaten. Ben pastilla (45 dh) yedim, önceden kafaya koymuştum. Çok harika bir şeydi. Milföy böreğinin içinde tavuklu bir harç vardı ve dışı da pudra şekeriyle kaplıydı. Tadı damağımda kaldı. Utku ise limon ve zeytin soslu tavuklu tajin (60 dh) yedi. Cem ve Tülin yemeklerinden hiç hoşlanmadılar ama öğlen Essaouira’ da süper yedikleri için pek de sorun etmediler. Essaouira’da yediğimiz öğle yemeğinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Tam da hayallerimdeki gibi bir mekandı. Liman yakınında yan yana dizili tenteli büfe tarzı küçük küçük balıkçılar vardı. Hepsinin önünde balık tezgahları var ve her şeyi kömürde ızgara yapıyorlar. Zaten görüntü ve koku acayip baştan çıkarıcı. Bölgenin girişinde bir fiyat listesi var balığın kilosuna göre ama, pazarlık esas. Şoförümüz Cemal’in tavsiye ettiği gibi 20 numaralı tezgaha gittik, zaten söz vermiştik onlara. 1 tane kalkan, 4 tane dil, 6 tane jumbo karides, bol miktarda kalamar, ortaya salata ve herkese kola söyledik. Önce 1280 sonra 1200 dirhem dediler, 1000 dirhem e anlaştık. Pazarlık sonucundan memnun olmuş olsalar ki bize ikram olarak bol miktarda çim çim karides ve herkese birer iri sardalya getirdiler. Servis hızlı ve yemekler süper lezzetliydi, kendimizden geçtik diyebilirim. Yemek esnasında bir de saz heyeti geldi kısa süreliğine. Sanırım şehir içinde ayrıca balık pazarı varmış, yine kiloyla satın alıp pişirtip yiyebiliyormuşsun ama orayı görmedik. zaten şehri gezmeye başlamadan önce yemek yedik hemen, çok da iyi yapmışız. Hem zaten yemek yenecek daha iyi bir yer yokmuş hem harika bir yemek yedik hem de aç karnına dolaşmanın sıkıntısından kurtulduk. Essaouira, Marakeş’e yaklaşık 180-200 km. uzaklıkta, Atlantik kıyısında bir şehir. Tur programımızda ekstra (55 euro) olarak gözüküyordu zaten. Benim de ta en başından gitmeyi kafama koyduğum bir yerdi, çünkü giden herkes çok beğendiğini ve mutlaka görülmesi gereken bir yer olduğunu söylüyordu. Hem deniz kenarları da hep caziptir zaten.



Gitmeden önce okuduklarımdan hep taksi kiralayarak gitmenin en uygun olacağını düşünmüştüm. ancak Marakeş’ e gelip de taksileri görünce hiç aklıma yatmadı. Küçüklerden kiralasan, 2 ayrı araba, problem. Büyükler güya 6 kişilik ama sıkış tepiş, ne klima var ne birşey, insan 10 dakika zor dayanıyor, uzun yol hiç çekilmez. Bir de otobüsler var ama nerden kalkar, kaçta kalkar falan hiç kafa yormadık. 2. gün Marakeş’ de dolanırken gördüğümüz tur şirketlerinden birisiyle anlaşıverdik. İlk sorduğumuz yer aslında kişi başı 300 dh ama size toplam 1500 olur dedi. Daha sonra bir yer daha gördük ve oraya da sorduk. Onlar da kişi başı 300 ama size 1200 dh olur toplam dedi. Bir yemek arası verdikten sonra daha fazla uğraşmaya gerek yok deyip, 1200 diyen yerle anlaştık. 200 dh kapora verdik. Sabah 8’ de bizi otelden minibüsle alıp akşam da 6-6buçuk gibi bırakacaklarını söylediler. Sabah 8:30’ da geldiler. İngilizce bilen şoför istemiştik ama Cemal, nerdeyse hiç İngilizce bilmiyordu. Sadece Fransızca konuşuyordu ama sorunsuz bir şekilde anlaştık yine de. Saat 11 gibi Essaouira’ ya vardık. Yolda Argan kooperatifinde mola verdik. Kadınların kurduğu bir kooperatifmiş. Argan yağı üretiyorlar. Her şey el üretimi tabii ki. Onları izledik, biraz da bilgi aldık. Biz herhangi bir şey almak istemediğimiz için bahşiş bıraçıktık. Argan yağı hoş kokulu ve lezzetli bir yağ, ancak çok pahalıydı (500 ml 180 dh). O yüzden almak istemedik, bir de sonuçta yağ, taşıması dert.


Şehre varınca şoförümüz yemek yememizi tavsiye ettiği yeri gösterdi. Daha sonra surları gezmemizi tavsiye etti. Biz de öyle yapacaktık zaten. Giriş ücreti olarak kişi başı 10 dh. verdik. Kale harika bir yerdi, sanırım yüzlerce fotoğraf çektik. Sadece fotoğraf çekerek 1 saatimizi geçirdik orada. Sonra da daha önce bahsettiğim muhteşem yemeğimizi yiyip, suklara daldık. Suklar, Marakeştekiler' den çok farklı değil. Ancak buradaki binalar hep beyaz, mavi de çerçeveleri var. Bütün şehir mavi-beyaz. Sonra kafe gibi bir yerde oturup nane çayı içip biraz dinlendik ve sahilde dolaşmak üzere kalktık ama yolda hediyelik eşya ve kitap satılan yerlere takıldık. Utku ve yeğeni Devrim’ e birbirinin aynı tişörtler aldık. Bir de magnet (30 dh) aldık. Buradaki kitapçılarda aradığım rehber de vardı. Fiyatını sordum, tatilin sonuna geldik ama sonradan da işime yarar hem de arşiv olur diye düşündüm ama 285 dh olunca vazgeçtim, belki sonradan da bulabilirim diye. Duygu yemek kitabı aldı, bir gün önce Marakeş’ten de tajin tenceresi almıştı. Şimdi heyecanla bekliyoruz bize tajin pişirsin diye.
Plaja vardığımızda şoförümüzle anlaştığımız saati aşmıştık bile. Plaj hafta içi olmasına rağmen epey kalabalıktı. Çok harika bir kumsal vardı, ancak su epey soğuktu. Zaten yüzmek gibi bir planımız da yoktu ama Utku ve Cem son dakikada yüzmeye kara verdiler. Ancak epey kısa sürdü suyun soğukluğu yüzünden.


Seyahatimiz öncesi denize girmek konusunda şüphelerim vardı. Çünkü ne kadar fotoğraf gördüysem kumsallar hep boştu. Okuduğum yazılarda da hep sörften ya da kumsalda yürüyüş yapmaktan falan bahsediyordu da yüzmekten hiç bahsetmiyordu. Mayo giymek sorun mu acaba falan diye düşünmüştüm ama hiç de öyle değilmiş. Üstsüz güneşlenen kadınlar bile vardı, ortam gayet rahattı. Ancak şöyle denize karşı biramızı yudumlayabileceğimiz bir mekan yoktu ya da en azından biz görmedik. Ama bu isteğimizi de Kazablanka’ da tatmin ettik.
Marakeş’ de içkili mekan hemen hiç görmedik diyebilirim. Duyduğumuza göre açık mekanlarda içmek yasakmış. Sadece bir tane bar bulabildik. Bir de dışarıdan pavyona benzeyen birkaç mekan vardı, içlerine girmedik tabii ki. Ama içkili restoran yok. Duyduğuma göre çok lüks çok turistik restoranlarda varmış ama onların kapısından geçmedik. Yasaktan ziyade adamların kültüründe yok diye düşündüm daha çok. Ancak markete gittiğimizde acayip geniş bir içki reyonu vardı, çeşit çok boldu, çoğu ithal tabii, fiyatlar da çok ucuz olmamakla birlikte gayet makuldu. Biraz şaraplara baktık. Çok çeşitli Fransız şarapları vardı. Yerel şaraplar da var ama pek anlayamadığımız için satın almadık. Daha doğrusu taşımayalım, Kazablanka’ dan alırız nasıl olsa diye düşünmüştüm ama bu sefer orada da market bulamadık. Sonuçta havaalanından 1 şişe şarap ve ne olduğunu hala bilmediğimiz özel Fas içkisi (üzerinde öyle yazıyor) aldık. Oradaki görevli tatlımcık bir tadı olduğunu sek veya buzlu içildiğini söyledi. Şarabı da o tavsiye etti. Şarap 5 euro, sahraouia 11.5 euro idi. Ancak kasada bozuk euro olmadığından toplamda 20 euro vermek zorunda kaldık. Hesap tutsun diye toblerone ekledik. Böylelikle herhalde dünyanın en pahalı tobleronunu almış olduk.

İlk günümüzü yolda, ikinci günümüzü Marakeş’ de, üçüncü günümüzü ise Essaouira’ da geçirdikten sonra dördüncü gün tekrar Kazablanka’ ya geçtik. Tekrar diyorum çünkü uçağımız Kazablanka’ ya inmiş, havaalanında rehberimiz bizi karşılayarak, Marakeş’ e getirmişti. Yani aslında henüz Kazablanka’ yı görmüşlüğümüz yoktu. Zaten görülecek pek bir yer olmadığını da söylüyordu herkes ama İstanbul’ dan direkt uçuş sadece Kazablanka’ ya yapılabildiğinden mecburen gelmiş olduk bu şehre de. Ben yine de gelmiş olmaktan memnundum çünkü sadece turistik erleri gezip de tüm ülkeyi öyle bir yer sanarak dönmek pek hoşuma gitmezdi. Kazablanka, Fas’ ın ticari merkezi ve sanırım en büyük ve en gelişmiş kenti. Gezerken hiç turiste rastlayamadık diyebilrim. Zaten Fas ile ilgili bir önemli izlenimim de gezimiz boyunca hiç Türk’ e rastlamamış olmamızdı. THY ile uçmamıza rağmen uçakta bile bizim dışımızda birkaç Türk vardı. Avrupa’ da her köşe başında rastladığımız, Singapur’ un ufacık adasında bile karşılaştığımız ve artık karşılaştığımızda hiç şaşırmadığımız yurttaşlarımızla hem de Avrupa’ ya bu kadar yakınken hiç karşılaşmamak şaşırtıcı olmuştu.

Kazablanka gördüğümüz yerler arasında en sıradan olanıydı kuşkusuz. Günlük hayat sevimsiz bir şekilde akıp gidiyordu işte koca koca binaların arasından, korkunç bir trafik şeklinde. Cem, İstanbul’ un 20 sene önceki haline benzetti kenti. Otelimiz onların kordon dedikleri yerdeydi. Kordon okyanus kıyısında plajların, otellerin, restaurantların olduğu şehir merkezine biraz uzak bir semtti. Deniz kenarından uzaklaştıkça da muhteşem villalar ile çevriliydi. Çok zenginler ve çok fakirler, bir geri kalmış ülke gerçeği…




Otelimizin (Hotel de La Corniche) bir yanında halk plajı vardı, diğer tarafında ise yan yana son derece güzel, son derece büyük ve çok sayıda son yılların moda deyimi ile beach club’ lar. Deniz pardon okyanus genelde çok dalgalı olduğundan buralara deniz suyu havuzları yapılmıştı hep, ayrıca spor salonları, çok sayıda kafeterya ve lüks restaurantlar. Gerçekten güzel yerlerdi.


Artık tatilimizin son akşam yemeği olacağı için, epeyce dolaşıp kendimize uygun bir restaurant seçmeye çalıştık. Bir tanesini gözümüze kestirince de denemeyi ihmal etmedik ve akşamüstü oturup birer bira içtik (Casablanca Beer 35 dh, Heineken 30 dh). Biralarımızı içtikten sonra, günbatımında tekrar gelmek üzere ayrıldık. Akşam yemeği için tekrar dönüp aynı masaya oturduk ama ne yazık ki hava bulutlu olduğundan çok heves ettiğimiz okyanusta günbatımını izleyemedik. Güneş battıktan hemen sonra da uzun kolluları geçirdik üstümüze. Pek rüzgar olmamasına rağmen epey serindi hava.



Toplam Harcama (2 kişi için):
Paket tur (uçak bileti, otel, şehirlerarası transferler, müze girişleri): 2X 660 Euro (6 taksit)
Diğer Harcamalar (öğle-akşam yemekleri, şehiriçi ulaşım, su, wc, bahşiş, hediyeler vs): 285 Euro


Toplam: 1600 Euro (pasaport, yurtdışı çıkış harcı ve İstanbul-İzmir ulaşım hariç)


Kurlar: 1 Euro=11.065 dirhem (bankalarda ya da döviz bürolarında ve hatta havaalanında kur değişmiyor, herhangi bir komisyon alınmıyor)