8 Eylül 2009 Salı

KONYA-ANTALYA-MUĞLA, EKİM 2008

Anılarımız ziyan olmasın diye eski gezilerimizden de burada bahsetmeye karar verdik. İlk sırayı da yenisi gerçekleşmesine az zaman kala Ramazan bayramıyla birleştirilmiş Antalya yöresi yaz tatilimize verdik. Bu rota bizim için bir klasik olacak önümüzdeki birkaç yıl. Öncellikle Ilgın’ da köye bir bayram ziyareti, oradan Antalya’ daki akrabalarımıza bayram ziyareti ve ver elini tatil.

Lafı çok uzatmak istemiyorum ama Akdeniz ve Ege sahillerimizin her bir noktası gezilmeye, görülmeye, yaşanmaya değer olduğundan her bayramdan sonra, tatilin ve mevsimin avantajlarını kullanarak bir gezi tatili yapmaya karar verdik. İlk yılki rotamız ise şöyle oldu: Ilgın-Belekler (4), Beyşehir, Seydişehir, Side, Aspendos, Antalya (2), Kemer, Demre, Kaş (3), Kalkan, Kekova, Patara, Dalyan (2), Köyceğiz, evimiz.
Sabah erken saatte köyden yola çıktık ve yaklaşık 2 saatlik bir yolculuktan sonra Beyşehir’ e ulaştık. Bayram tatili olmasından ötürü hafta içi olmasına rağmen ortalık oldukça sakindi. Beyşehir ilçe merkezinde arabamızı park edip göl kıyısındaki parkta biraz dolaştık. Karşı kıyımızda gölgesi göle akseden heybetli bir dağ, sağ tarafımızda ise yine gölgesi göle akseden Eşrefoğlu Camii vardı ve her ikisi de harika manzaralar oluşturuyorlardı. Kısa bir fotoğraf molasından sonra Antalya’ ya doğru yolumuza devam ettik. Seydişehir’ den geçerken ortaokul ve lise coğrafya derslerinden beynimize kazınan Alüminyum Fabrikası’ nın fotoğrafını çekmemezlik yapmadım. Seydişehir’ i 20 km kadar geçtikten sonra Tınaztepe Mağarası diye bir tabelayla karşılaştık. Tatile yeni başlamış olmanın verdiği heyecanla aaa hemen gezelim gibi bir duyguya kapıldıysak da tabelaların doğal bir alandan çok yanındaki restaurantı vurguluyor olmasından ötürü tam vazgeçecektik ki mağaranın yolun tam kıyısında olduğunu fark edip direksiyonu kırıverdik. Tüm yönlendirici tabelaların fazla ticari gözükmesinden ötürü içeriye girmekte hala kararsızdık. Kapıya kadar gidip tanıtıcı tabelayı okuyup bilet ücretini (tam hatırlayamıyorum ama 2-3 TL civarıydı) de öğrenince gezmeye karar verdik. Tanıtıcı tabelada mağarayı keşfeden grup içerisinde Reinhold Messner’ in de bulunduğu yazıyordu ki kendisinin kocaman bir posteri evimizin duvarını süsleyen nadir şeylerden biridir. Okuduklarımızın da etkisiyle büyük bir merakla içeri girdik. Mağara 22 km uzunluğundaymış, ancak bunun 1,5 km kadarı ziyarete açık. Astım hastalarına tavsiye edilen mağara içerisinde 1,5 kilometrelik yürüyüşü tamamladığınızda büyük bir sürpriz ile karşılaşıyorsunuz. Sürprizi burada bozmayarak gidip gezmenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Mağara gezimizin hemen ardından köyden yanımıza verdikleri börek çörekleri atıştırıp Antalya’ ya yola koyulduk. Konya-Antalya arasındaki yol biraz rampalı ama güzel dağ ve orman manzaraları sunuyor. Ancak kış koşullarında pek tercih etmeyeceğimiz bir yol. Henüz ekim başı olmasına rağmen oldukça serindi ve hava kararıp kararıp yağmura dönüyordu. Bu yol Manavgat’ a ulaşıp kıyı yoluna birleştiğinde artık güneşe de kavuşmuştuk. Utku da ben de daha önce Manavgat şelalelerini gezdiğimizden burayı es geçip Side’ ye yöneldik. İlk adresimiz antik tiyatro oldu. Buradaki tiyatronun özelliği sırtını herhangi bir yamaca dayamıyor olmasıymış. Oradan deniz kenarına doğru yürüyüp Apollon Tapınağı’ na ulaştık.
Bu arada Side bir tatil merkezi olarak her ikimizin de hiç hoşuna gitmedi. Her şey rahatsız edici bir kalitesizlikteydi. Gözlemlediğimiz kadarıyla genelde kalabalık Rus kafileleri tercih ediyor buraları. Esnaf da tamamıyla onlara yönelmiş durumda. Sonuç olarak tatil için asla tercih etmeyeceğimiz bir belde.

Buradan Aspendos’ a geçtik. Gerçi Aspendos sapağını tüm dikkatimize rağmen kaçırıp biraz dönüp dolaşmamız gerekti. Aspendos gibi çok ziyaretçi çeken bir yerin yönlendirici tabelaları daha ayrıntılı ve belirgin olmalı. Antik tiyatronun hemen girişinde uçsuz bucaksız bir otopark vardı. Aspendos’ daki kalabalık konserler için dizayn edilmiş olmalı. Biz oraya gittiğimizde çok az araç olmasına rağmen otoparkçı bize arabamızı zorla en uzak köşeye park ettirdi. Ayrıca astronomik bir otopark ücreti ödedik. Özel araç dışında ulaşımın imkansız olduğu, yer probleminin özel bir organizasyon olmadığı sürece asla yaşanmayacağı ki o zamanlarda da yaşanacağını pek sanmam bir yerde böyle bir uygulamanın elbette tek bir açıklaması var: Fırsatçılık.

Ulaşım ile ilgili sinir bozukluğumuzu bir kenara atıp, tiyatroyu gezdik ve bol bol fotoğraf çektik. Buranın özelliği de en iyi korunmuş (Anadolu’ da) tiyatro olmasıydı. Tribünlerde Roma kostümlü görevliler ziyaretçilere skeçler yapıp birlikte fotoğraf çektiriyorlardı.

Akşam saatlerinde Antalya’ ya varıp, 2 gün boyunca teyzemler ve dedemlerle birlikte aile saadeti yaşadık.

Artık bayram tatilinin son günüydü ve herkes evine dönüyordu veya çoktan dönmüştü. Ama bizim için gerçek tatilimizin ilk günüydü. Sabah teyzemlerde kahvaltımızı ettikten sonra Kaş’ a doğru yola çıktık. Antalya merkezden batıya doğru bir yanımızda dağ diğer yanımızda uçurum ve deniz çok hoş bir manzara eşliğinde keyifli bir yolculuğa başladık. Kemer şehir merkezinde sadece saat kulesinin fotoğrafını çekecek kadar vakit geçirdik. Kemer, muhteşem otelleriyle bazıları için çok cazip bir tatil merkezi olsa da bizim için pek değil. Kemer’ den, Kumluca’ ya geçerken Olimpos ve Adrasan koylarına hiç uğramadık, çünkü oraları başka bir tatilde ayrıntılı olarak gezmeyi planlamıştık. Manzara, planlarımızı bir kez daha bizim için onayladı. Kumluca’ da muhteşem sebze heykelleriyle ilgilenirken Finike sapağını kaçırdığımızdan tarlaların ve seraların arasından hayretler içerisinde ilerledik. Bir yandan Finike yolu burası olamaz diyorduk ama bir yandan da bizi başka bir yola yönlendirecek tabelaya rastlamadığımızdan emindik. Eve döndükten çok sonra fotoğraflara bakarken kaçırdığımız Finike tabelasını gördüm.
Neyse bir şekilde Finike’ ye ulaştık ve orada kısa bir fotoğraf molası verdik. Oradan yine kıyı şeridini takip ederek Demre’ ye ulaştık. Daha önce gazetede Demre’ deki yengeç lokantalarının methini okumuştum. Çok önceden öğle yemeğini Demre’ de yengeç yer bira içeriz diye planlamıştık. Şehir merkezine 5-10 km kala yol kenarında deniz kıyısında 3-5 tane restaurant gördük. Ama henüz Demre’ ye çok var, şehirdekilerde yeriz diye düşündük. Aslında gördüğümüz lokantalar gayet hoş gözüküyordu ve hepsi de yengeç ile ilgili tabelalar asmıştı ama bizim yol üstünde durasımız yoktu herhalde. Ancak hata etmişiz çünkü daha sonra herhangi bir yengeç lokantasına rastlayamadık. Ama içimizde kaldı diyebilirim, yolumuz tekrar oralara düşerse mutlaka mavi yengeç yiyeceğiz. Zaten Demre şehir merkezi düşündüğümün aksine deniz kenarında değilmiş. Bunun da etkisiyle olsa gerek son derece St. Nicholas Kilisesi ve Myra antik kenti gibi popüler turistik yerleri barındırmasına rağmen hiç gelişememiş. Anladığım kadarıyla turistler çevre merkezlerden otobüsle gelip kilise ve antik kenti gezerek hemen dönüyorlar. Herhangi bir konaklama, yeme-içme ya da ufak tefek şeyler dışında alışveriş yok. Biz de öncelikle Noel Baba olarak tanıdığımız St. Nicholas Kilisesi’ ne gittik. Hıristiyanlar için özellikle de Rus Ortodokslar için önemli bir ziyaret mekanı. Oldukça kalabalıktı ve yabancı turistlerin birçoğu mum yakıyor, dua ediyordu. Yerlere yatıp taşları öpenler de vardı. İbadet eden insanları rahatsız etmemeye çalışarak bolca fotoğraf çektik. Daha sonraki durağımız ise Noel Baba’ nın yaşadığı yer olan Myra antik kentiydi.
Buradan ayrıldıktan sonra aslında hedefimiz direkt Kaş’ dı. Ama yolda Üçağız tabelasını görüp de çok uzak olmadığına kanaat getirince gidip bir bakalım dedik. Aslında Üçağız’ a Kaş’ dan tekne turuyla gelmek niyetindeydik ama bir de karadan keşfedelim dedik. Genelde Kekova ismiyle bilinen Üçağız oldukça ufak bir köy. Ancak Kekova adası ile birlikte muhteşem bir koy oluşturuyor. Burada biraz gezindik ancak hava çok rüzgarlıydı. Birer gözleme yedikten sonra deniz yoluyla tekrar gelmek üzere ayrıldık.

Kaş’ a vardığımızda saat 6 civarıydı. Tatil planlarımızı yaparken internetten Kaş’ daki pansiyon ve otelleri incelemiş, telefonla da bilgi alıp birkaçını gözümüze kestirmiştik ancak rezervasyon yaptırmamıştık. Bir de yerinde görür öyle karar veririz, nasıl olsa artık düşük sezona girdik yer problemi yaşamayız diye düşünmüştük.

İlk iş olarak Çukurbağ Yarımadası’ na gidip, daha önceden beğendiğimiz otellere bakmaya başladık. Gerçekten harika oteller vardı, fiyatlar da çok uygundu ama yarımada tatilin yeni bitmiş olmasının verdiği rehavet ile oldukça ıssızdı. Bu durum biraz canımızı sıktı, evet sakin bir tatil yapmak istiyorduk ama inzivaya çekilmek gibi bir niyetimiz de yoktu. Bunun üzerine bir de şehir merkezindeki otellere bakmaya karar verdik. Neyse ki şehir merkezi hala oldukça hareketliydi. Gerçi bilenler artık yaz bittiğinden çok sakin olduğunu söylüyorlardı ama tam bizim istediğimiz kıvamdaydı. Tatilin yeni bitmiş olmasının etkisiyle bütün oteller müşteri avına çıkmışlardı. Böylelikle pazarlık da yapabildik ve oda kahvaltı 2 kişi 80 TL’ ye muhteşem deniz manzaralı bir oda (Nur Beach Otel) tuttuk. http://www.nurbeachhotel.com/

Otelimize yerleştikten hemen sonra akşam yemeği vaktinin de gelmesiyle kendimizi dışarı attık. Bir yandan yemek yiyecek bir yer arayarak bir yandan da çevremizi tanımaya çalışarak dolaştık. Çok fazla da düşünmeden limandaki balık restaurantına oturduk. Buranın adını şu an hatırlayamıyorum ama (Orfoz muydu yoksa) önünde fıskiyeli havuz haline getirilmiş kayık, onun arkasında balık tezgahı, mangal ve başında kocaman şapkalı, güleryüzlü, şakacı bir aşcı
vardı. Ama ne yazık ki balığı çok kötü pişirdiler. Daha önce lahos yememiş olsam aman ne kötü balık derdim ama, tek sorun çok kötü pişirilmesiydi. Böylelikle ilk günkü yemek maceramız pek hoş sona ermedi.
Buradan çıkınca tekrar Kaş sokaklarında dolandık ve her akşam yapacağımız gibi çarşıda turladık. Daha sonra kaymakamlığın karşısında bir teras barda (ne yazık ki onun da adını hatırlayamıyorum) birer bira içip otelimize döndük. Azıcık da balkonumuzun keyfini çıkardık.

Ertesi sabah otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra ilk hedefimiz Kalkan yolu üzerindeki Kaputaş Plajı oldu. Burası keskin bir viraj sonrasında karşınıza çıkan, yüzlerce basamak merdiven ile inilen doğa harikası bir plaj. Herhangi bir tesis bulunmuyor. Sadece yol kenarında bir jandarma kulübesi ve otopark var. Arabanızı buraya park edip merdivenlerle aşağıya iniyorsunuz. Dolmuşla da gelmek mümkün. Ayrıca bütün tur otobüslerinin de uğrak yeri. Plajda şemsiye veya şezlong yok. Tuvalet veya kafeterya gibi bir şey de yok. Sadece piknik tüpüyle gözleme yapıp satan bir amcayla teyze vardı. Artık Ekim ayı olduğundan ve biz sadece 1-2 saatimizi orada geçirdiğimizden bunlar bizim için hiç problem olmadı. Burada yüzdük, güneşlendik ve bolca fotoğraf çektik. Bir sonraki durağımız Kalkan oldu. Kalkan, çarşı haline gelmiş şirin sokakları ve şık restaurantlarıyla özellikle de rengarenk çiçekleriyle küçük ve nezih bir tatil beldesi. Kasaba doğal bir eğime sahip olduğundan, yokuşlar bizi zorlasa da deniz manzarası konusunda oldukça cömert. Burada çok yaygın olan teras restaurantlardan birinde makarna-bira yapıp Kaş’ a geri döndük.Aslında niyetimiz otelimizin plajından biraz denize girmekti. Ancak rüzgar ve bununla beraber kayalıklara çılgınca çarpan dalgalar yüzünden sadece şezlonglara yayılıp kitap okumakla yetinmek durumunda kaldık. Plajın en güzel köşesine kurulmak için kapalı olan şemsiyelerden birini açıp bir güzel yerleştik. Ancak kısa bir süre sonra devasa şemsiye rüzgarın etkisiyle havalandı ve beni sıyırarak yanıma düştü. Kafama düşmüş olsaydı şu an bu satırları yazabilir miydim bilmiyorum. Bu arada hemen yanımıza koşan otel görevlilerinin de uyarısıyla daha kuytu bir yere çekildik. Onlar da tekrar şemsiyeleri kapatıp sıkı sıkı bağladılar.
Bu sefer akşam yemeği için sulu yemekler yapan bir lokantayı tercih ettik. Sonra da tekrar çarşıyı gezmeye gittik. Bu sefer kendimize bir tekne turu arıyorduk. Kaş’ ın içerisinde yakın çevreye karadan, havadan (yamaç paraşütü vs.) ve sudan turlar düzenleyen birçok şirket var. Biz Kekova’ ya tekne turu yapmayı planlıyorduk. Ben bir de deneme dalışı yapmak istiyordum. Kaş, scuba açısından oldukça tercih edilen bir yer ve birçok dalış okulu bulunuyor. Ayrıca turistler ya da profesyonel olmayanlar için deneme dalışı yapmak da mümkün. Bu yaklaşık yarım saat süren ve yüzme dahi bilmenizi gerektirmeyen bir dalışmış. Ancak konuştuğumuz rehberlerden biri, bana tavsiye etmeyeceğini, deneme dalışlarında sualtında pek bir şey görme fırsatı olmadığını, sadece sualtında durup duramayacağını anlamak için olduğunu, devamını getirmedikten sonra bir anlam ifade edemeyeceğini söyledi. Diğer konulardaki görüş ve tavsiyeleriyle bize güven verdiği için ben deneme dalışından vazgeçtim. Bu arada programları incelerken tekne turundan da vazgeçmiştik. Çünkü aynı geziyi deniz kayaklarıyla da yapabiliyorduk ve bizim için çok daha cazip bir aktiviteydi. Böylelikle Begonvil Turizm ile anlaştık. http://www.bougainville-turkey.com/ana/abus.asp
Sabah ofislerinin önünde buluştuk. Tura katılanların tümü yabancıydı. Grupta yaklaşık 10 kişiydik. Önce minibüs ile karayolundan Üçağız’a gittik. Burada kayak ile ilgili kısa bir eğitim aldıktan sonra, denize açıldık. Kayaklar tek kişilik veya çift kişilik olabiliyor. Biz çift kişilik olanı seçtik elbette, çünkü denizde ilerleyebilmek için sürekli kürek çekmek gerekiyor ve rehberimizin sürekli yaptığı “do not paddle like a queen” uyarısı hiç de bana göre değil. Tüm gezimiz esnasında kişisel eşyalarımızı da taşıyan ufak bir motorlu tekne bize eskortluk etti. Öncelikle küçük bir koyda yüzme molası verdik. Daha sonra Simena' ya ulaştık. Burası Türkiye tanıtımında kullanılan turistik fotoğraflarda görmeye alışık olduğumuz denizdeki Likya mezarının bulunduğu yerdi. Ufak bir kahve molası verdikten sonra kaleye doğru tırmanışa geçtik. Muhteşem Kekova manzarasına karşı epeyce fotoğraf çektikten sonra tekrar aşağıya inip kürek çekmeye devam ettik. Ünlü Kekova batık şehrini de üzerinden kayaklarla geçerek gezdikten sonra Üçağız’a geri döndük. Geç bir öğle yemeği yedikten sonra yine minibüsle Kaş’ a döndük. Ben bu arada köyden aldığım keçiboynuzlarından turistlere de ikram edince bir tanesi tadının çikolataya benzediğini söyledi. Çikolata ağacı fikri çok hoşumuza gitti.
Ertesi gün Kaş’ dan ayrılıp Dalyan’ a doğru yola çıktık. Yolumuz üzerinde bulunan Xanthos ve Letoon antik şehirlerini gezdik. Bu iki şehir Unesco Dünya Mirası Listesi’ nde yer alıyor. Bizler için çok popüler olmasa da Likya’ nın önemli şehirleri ve mutlaka görülmesi gereken yerler. Okuduklarımıza göre burada yaşanan savaşlarda erkekler savaşa giderken geride kalan eşlerini ve kız evlatlarını tecavüze uğramasınlar diye öldürmüşler. Yaşanan vahşet içinde vahşetlerden günümüzde geriye sadece taşlar kalmış!
Bir sonraki durağımız ise Patara kumsalı oldu. Burası caretta caretta’ ların üreme alanı olduğundan özel korumaya alınmış. 18 km’ lik kumsal boyunca herhangi bir yapı yok. Böylelikle geceleri kıyının tam olarak karanlık olması sağlanıp bebek kaplumbağaların yolunu şaşırmaması sağlanıyor. Kaplumbağalar, kumsala yumurtalarını bıraktıklarından şemsiye kullanabileceğiniz alanlar bile işaretli. Uzun ve geniş kumsal bize güzel bir manzara sunsa da sığ sularda ve kumsal alanda yüzmekten hoşlanmadığımızdan biraz fotoğraf çekip yolumuza devam ettik. Rotamız Fethiye üzerinden Dalyan’ a doğru uzanıyordu. Bu sırada bir banka işimiz de olduğundan Fethiye şehir merkezine girdik. Fethiye’ nin merkezi deniz kenarı olmasına rağmen bir tatil beldesi olmaktan oldukça uzaklaşmış, son derece sevimsiz bir taşra kentine dönüşmüş ne yazık ki. Bu kadar çok yerli ve yabancı turist çeken bir yöre olmasına rağmen şehirleşmeye hiçbir önem verilmemiş, turist trafiğinin etkisiyle kalabalıklaşıp büyümüş sözde gelişmiş ama darmadağın, çirkin, plansız bir şehir haline gelmiş.

Dalyan’ a akşam saatlerinde vardık ve ilk işimiz kendimize pansiyon ayarlamak oldu. Kral mezarlarının tam karşısına gelen kanal kıyısında bir sokakta sıralanıyor bütün pansiyonlar. Biz daha önce internetten gözümüze kestirdiğimiz birkaç pansiyona gittik öncelikle. Zaten hepsi de yan yanaydı. Bazılarında yer yoktu. Sonuç olarak Midas Pansiyon’ da kalmaya karar verdik (2 kişi, oda kahvaltı 80 TL). Odamıza yerleştikten sonra biraz dolaşıp, çok da aç olmadığımızdan bir rock bara oturup, hem ateş başında müzik dinledik hem biralarımız içtik hem de biraz atıştırdık. http://www.midasdalyan.com/e/index.htm

Bu noktada hava durumundan biraz bahsetmek istiyorum. İzmir’ den çıktığımızda parçalı bulutlu ama ılık bir hava vardı. Uşak’ da mola verdiğimizde yağmur yağıyordu, serindi ve tişörtlerimizin üzerine mont giymek zorunda kaldık. Yemek yemek üzere alışveriş merkezine girdiğimizde klimaların sıcakta çalışıyor olmasına hayret ettik. Çünkü birkaç saat önce yaz yaşıyorduk biz. Afyon’ a varıp da arabamızdaki ufak bir problem nedeniyle tamirciye uğramak zorunda kalınca karşılaştığımız ayaz bizi iyice şaşırttı. Artık donuyorduk. Sonra ağır bir yağmur altında köye vardık. Ertesi gün hava güneşlendi ama kazak üzerine mont giyerek geçirdik buradaki günlerimizi. Sobalar hafif de olsa yanıyordu. Köyden yola çıkıp Side’ ye vardığımızda üzerimizde uzun kollu penyelerimiz, pantolon ve spor ayakkabı vardı. Sıcaktan bunalmak bir yana çevremizde mayo üzerine askılı tişört, kısacık şort ve şıpıdık terliklerle dolaşan insanların yanında biraz da garip görünüyorduk. Antalya’ ya varınca ilk işimiz kıyafetlerimizi değiştirmek oldu. Antalya’ daki tüm tatilimiz şort-sandalet tadında geçti. Sadece akşamları üzerimize hırka aldık. Klima çalıştırmak ihtiyacını hissettiğimizde soğuk düğmesine basıyorduk. Hatta Ekim ayı olmasına rağmen açık alan gezilerimizde sıcak bizi zorladı. Şapka ve gözlük vazgeçilmezdi. Dalyan’ a ilk geldiğimiz akşam da tatlı bir serinlik vardı. Çarşı boyunca uzanan açık mekana sahip bar ve kafeler birer ateş yakmıştı ama ısınmadan çok ambiyans olsun diye. Ancak sabah kalkıp kahvaltı için pansiyonumuzun bahçesine çıktığımızda deli bir rüzgar vardı. Odaya geri dönüp üstümü değiştirtecek kadar da ürperticiydi. Bu bizim çok moralimizi bozdu çünkü bugün için planımız tekne turuydu. Ama az sonra öğrendik ki burası sabahları hep böyle olurmuş, yılın en sıcak gününde bile. Bu biraz da moralimiz düzelsin diye abartılarak söylenmişti herhalde ama gerçekten ilerleyen saatlerde hava yumuşadı, yine de kıyı tatilimizin en serin günüydü ve biz artık teknedeydik. Ama şikayet edemeyeceğim gayet hoş bir gün geçirdik.

Pansiyon sahiplerimiz akşam kooperatife telefon ederek rezervasyonumuzu yaptırdı ve sabah da tekne gelip bizi pansiyonun iskelesinden aldı. Dalyan ve Köyceğiz’ de bütün tekne turları doğaya zarar vermemek ya da en az zarar vermek için tek tip bir tekneyle yapılıyor ve hepsi de kooperatife bağlı olarak faaliyet gösteriyor. Öncelikle kanalda göl tarafına ilerleniyor, göle ulaştıktan sonra da dönülüp deniz tarafına gidiliyor. Hem gölde hem denizde hem de kanalda yüzme şansına sahipsiniz. Gezide ilk durağımız çamur banyoları oldu. birçok insan şifalı olduğuna inanılan çamuru vücudunun her yerine sürüp o çok meşhur heykel görünümlü fotoğrafı çektiriyorlardı ama bana pek cazip gelmedi. Adet yerini bulsun diye biraz koluma bacağıma sürdüm yine de. Kanal boyunca sazlıkların arasından ilerlerken, su kaplumbağaları ve su kuşları ile epeyce oyalandık. Köyceğiz Gölü’ ne vardığımızda kaptanımız yüzme molası verdi ama hava serin olduğundan kimse yüzmek istemedi. Yine kanal kıyısında ama otobüsle de ulaşılabilen ve sanırım kooperatife ait olan bir lokantada yemek molası verdik. Açık büfe servis edilen yemekler gayet iyiydi. Yemekten sonra şehir merkezinden tekrar geçerek bu sefer denize doğru yol almaya başladık. Bu arada grubumuza bir de rehber katıldı. Rehber eşliğinde Kaunos antik kentini gezdik. Bu gezi sırasında uzun ama keyifli bir yürüyüş de yapmış olduk. Bizi başka bir noktadan alan teknemiz son durağımız olan İztuzu Kumsalı’ na doğru hareket etti. İztuzu Kumsalı, bir tarafı tatlı su bir tarafı tuzlu su olan doğa harikası bir kumsal. Deniz tarafı oldukça sığ ilerliyor ve kıyıya yaklaşık 200-300 m. uzaklıktaki delik adaya yürüyerek ulaşılabiliyor. Ben havanın serinliğini bahane ederek karşı adaya yürüme işine hiç girişmediysem de Utku bir deneme yaptı. Ben de hem etrafa bakınıp hem de bu olağanüstü olayı kayıtlara geçirdim. Bu bölgeyi daha önce İzmir’ den Antalya’ ya giderken uçaktan görmüştüm ve gerçekten etkileyici bir manzaraydı. Buradaki yüzme ve fotoğraf molamızdan sonra artık geri dönme vakti geldi. Kanalın ağzındaki teknelere gelirken siparişini verdiğimiz mavi yengeçlerimizi dönüşte aldık. Mavi yengeç bu bölgeye özel bir türmüş. Demre’ de yiyemediğimiz yengeçler de bunlardandı. Bu sefer hatamızı tekrarlamadık. Kömürde ızgara yapılmış yengecimizi afiyetle mideye indirdik.
Ertesi gün bu sefer karayoluyla dolanıp, İztuzu Sahili’ ne bir de yukarıdan baktık. Sonra da evimize doğru yola koyulduk.